Merakla beklenen maçta Manchester United bu akşam Old Trafford’da Juventus ile karşı karşıya gelecek. Popüler kültürün Cristiano Ronaldo ve Paul Pogba’nın geri dönüşleri üzerinden okuduğu bu süper eşleşme, Sir Alex Ferguson’ın büyük titizlik ve özveriyle inşa ettiği modern dönem United’ı açısından tarihi bir fikstür olabilir mi? Günümüzün en popüler futbol taktikleri yazarı Michael Cox’un geçen yıl piyasaya sürülen kitabı The Mixer’da anlattıklarına bakacak olursak, tam olarak öyle.
90’larda futbol önemli bir taktiksel evrimden geçiyorken, bu süreçte antrenörleri en fazla etkileyen ekipler büyük oranda Cruyff’un Barcelona’sı ya da Sacchi’nin Milan’ı olmuştu. Ferguson ve oyuncularının en çok saygı duyduğu rakip ise Lippi’nin üst düzey profesyonellerinden oluşan Juventus’tu.
Premier League’in ilk sezonu olan 1992-93’te 26 yıl aradan sonra tekrar şampiyon olan United’ın Avrupa’da ilerleyebilmesi biraz süre alacaktı. Ada futbolu o günlerde Kıta Avrupası’nda oynanan oyunun çok gerisindeydi ve bu en açık biçimde Avrupa’da oynadıkları maçlarda görülüyordu. Premier League’in ilk beş sezonu sonunda dört kez şampiyonluğa ulaşan ve 94-95’te Blackburn’e kaybettiği sezonu bir puan geride ikinci sırada tamamlayan United, Cantona’nın önderliğinde lige tam anlamıyla ambargo koymuştu. Fakat ligde işleyen Cantona’lı 4-4-1-1 formasyonu, Avrupa’da şaşırtıcı bir biçimde silik kalıyordu. Bunun sebebi, Avrupalıların Cantona gibi yaratıcı oyuncularla baş etmeye epeydir alışkın olmasıydı.
Meşhur Welcome To Hell hikayesi, Man United’ın Şampiyonlar Ligi’ndeki ilk tecrübesine aittir. United, 3-3 ve 0-0’lık skorlar sonucu Galatasaray’a ikinci turda elenir. İkinci yıllarında grup aşamasında elenirler. Yenebildikleri takımlar Göteborg ve Galatasaray’dır. Sonraki yıl UEFA Kupası ilk turunda Rotor Volgograd faciası yaşanır. Ferguson, ancak dördüncü denemesinde Şampiyonlar Ligi gruplarından çıkabilmeyi başarmıştır. Ve bir büyük takıma karşı ilk galibiyetini de ertesi sezon Juventus’a karşı alır. Juventus, gerek United’ın Avrupa yürüyüşünde böyle bir eşik olması, gerek Ferguson’ın Treble1 kazanan takımını derinden etkileyişi, gerekse de Nisan 1999’da Roy Keane’in olağanüstü bir performans gösterdiği o yarı final maçındaki rakip olması sebebiyle United’ın yakın tarihçesinde çok önemli yer tutan bir takım.
Michael Cox, kitabının yedinci bölümü olan Avrupa’da İlerleme ve Kadro Rotasyonu’nda neler yazmıştı?2
Manchester United’ın 1998/99 sezonu İngiliz futbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyisi olarak varlığını koruyor. O güne dek, ve o günden bu yana, üç kupayı birden kazanan bir başka takım çıkmadı. United art arda oynadığı üç maç ile Premier League’i, FA Cup’ı ve Şampiyonlar Ligi’ni kazandı. Bir aydan kısa bir süre sonra, Alex Ferguson’ın adı Sir Alex Ferguson oldu.
United çoğu kez şaşırtıcı ve akla asla gelmeyecek koşullarda bu başarıya ulaştı. Ligin son maçında, Tottenham karşısında geriden gelerek kazandılar. Tüm zamanların klasikleri arasına geçen FA Cup yarı final eşleşmesinde (final gibi hissettiren maç esasen bu olmuştu), Ryan Giggs’in efsanevi golüyle Arsenal’i 10 kişiyken mağlup ettiler. En unutulmazı ise Şampiyonlar Ligi finalinde futbol tarihinin gördüğü en inanılmaz geri dönüşlerden birini başararak uzatma dakikalarına 1-0 geride girdikleri maçta Bayern’i iki son dakika golüyle yenmeleriydi. Yorumcular haklı olarak United’in asla vazgeçmeyen ruhuna övgülerde bulundular, ama Ferguson taktiksel olarak da evrilerek Premier League’deki rakiplerinden apaçık bir şekilde daha sofistike biri hâline gelmişti.
Şampiyonlar Ligi’ndeki başarı özellikle önemliydi. Premier League’in Avrupa’da önemli bir güç olmaya başladığının habercisi olmuştu. Büyük İngiliz kulüpleri, 90’lar boyunca Avrupa kupalarında utanç verici performanslar göstermişti: United bir keresinde Rotor Volgograd’a elendi; Blackburn ise Trelleborg’a ve Arsenal de PAOK Salonika’ya. Ama 1998/99 sezonuna gelindiğinde United sırasıyla Bayern Münih, Barcelona, Inter Milan, Juventus ve finalde de tekrar Bayern’i geçmişti. Ferguson daha sonraları, “Avrupa benim için kişisel bir savaş hâline gelmişti. Bir Avrupa Kupası kazanana dek asla büyük bir menajer olarak tanınmayacağımı biliyordum” diyecekti. 90’lar boyunca yaşadığı maceralar, esasında onun için uzun süren ve basamak basamak ilerleyen bir öğrenme süreci olmuştu.
United’ın ana stratejisi çok az ölçüde değişmişti. Ferguson 4-4-2’yi kullanmaya devam ediyordu ve bu 4-4-2’nin görece daha klasik bir sistem olduğu dahi söylenebilirdi. Cantona’nın domine ettiği bir önceki yapı daha ziyade 4-4-1-1’i andırıyordu. Cantona 1997’de emekli olmuş ve onun yerini alan Teddy Sheringham’ın yetersiz olduğu görülünce, Treble sezonunun başında bir de Dwight Yorke kadroya dahil edilmişti. Sheringham, Andy Cole ve Ole Gunnar Solskjær’le beraber United dört adet üst sınıf forvete sahipti ve yorumcular Ferguson’ın tüm bu oyuncuları birden nasıl mutlu edebileceği üzerine akıl yürütmeye başlamışlardı. Solskjær, 1996/97’de United’ın en çok gol atan oyuncusuydu; daha sonra 97/98’de Cole bu şerefe nail olmuştu. Sheringham ise Tottenham’da dört kez ve Yorke da Aston Villa’da üç kez sezonu en çok gol atan oyuncu olarak bitirmişti. Bu oyunculardan hiçbiri kenarda beklemeye alışkın değildi.
Yorke, gerilere gelerek rakibin orta sahası ve savunma hattı arası bölgede top almayı seven bir oyuncu olsa da Cantona’ya kıyasla forvet niteliği daha ağır basan bir oyuncuydu; ve en önemlisi, Andy Cole ile harika bir ikili oluşturmuştu. Bu pek çokları için bir sürprizdi, çünkü Yorke’un gelişinin Cole’u kötü etkileyeceği ve hatta onun, Yorke’un eski kulübü Aston Villa’ya gideceği düşünülmüştü. Ferguson, Yorke’u transfer ederken hangi iki oyuncuyu oynatacağına dair aklında bir plan olmadığını itiraf etmiş ve bu ikilinin oynadığı ilk maç, 0-0’lık bir West Ham beraberliğiyle sonuçlanmıştı. Ama Cole ve Yorke yakın arkadaş oldular. Cole’un United’ın yeni rekor transferini evine akşam yemeklerine davet ettiği ve Manchester’daki yaşama alışması için ona destek olduğu yazılıyordu. Ayrılmaz ikili oldular, hatta birbirine çok benzer plakaları olan mor Mercedesler kullanıyorlardı. Cole, “Toplumdan uzak yaşayan, kendi izole halimi hatırladım. Bir başkasının bu şekilde acı çekmesini istemiyordum; onun alışmasına yardım edebileceğimi fark ettim” diyecekti.
*
4-4-2 tamamen ikililerle ilgiliydi ve Peter Schmeichel’ın önünde tam da bu şekilde beş adet dengeli, güvenilir ikili grup ortaya çıkmıştı.
Geride Jaap Stam ve Ronny Johnsen vardı. Stam’ın en başta İngiliz futbolunun hızıyla ilişkili problemler yaşamasına karşın, daha sonra harika bir stoper ikilisi oldular. Her ne kadar zaman zaman Johnson’ın sakatlık problemleri ile sekteye uğrasalar da, Stam sert adamı ve Johnsen de sakin, soğukkanlı, zeki yönlendirici rolünü oynadı. İkisi de çok hızlıydı; Ferguson, iyi bire bir savunmacılarına sahip olmak isterdi.
David Beckham ve Gary Neville iyi arkadaşlardı. Neville, Beckham’ın nikah şahidi olmuştu. Ama bunun yanında sağ koridoru müthiş kullanırlardı. Beckham, onun öncülü olan Andrei Kanchelskis gibi hızlı bir kanat oyuncusu değildi; kenarda konuşlanan bir orta saha oyuncusuydu. Onun derinde pozisyon alması Neville’e savunma anlamında çok yardımcı oluyor ve merkeze doğru gelişleri de Neville’e orta açma fırsatları doğuruyordu. Ama yine de buradaki esas yıldız Beckham’dı, başka hiçbir Premier League oyuncusu orta açmaya bu kadar bağımlı değildi ve 1998/99 sezonunda ondan daha fazla asist yapan bir başkası çıkmayacaktı.
Diğer kanatta Ryan Giggs ve Denis Irwin oynadılar: harika işleyen, uzun süreli bir ortaklıktı. Giggs, Beckham’a kıyasla çok daha fazla dribbling yapar ve Irwin de Neville’e kıyasla çok daha az ileri çıkardı. Ama bu rol zaten ona daha iyi uyuyordu: sağ ayaklı bir sol kanat savunmacısıydı ve artık 33 yaşında bir oyuncu olarak daha sessiz bir rol almaktan dolayı memnun olmalıydı.
Son olarak, orta ikiliyi Roy Keane ve Paul Scholes oluşturdu. Keane artık daha derinde, defansif bir rol üstleniyor ve bu şekilde Scholes’un ceza sahasına koşular yaparak bir gol silahı hâline gelebilmesine ve Giggs ve Beckham’a paslar dağıtabilmesine olanak sağlıyordu. Aslında bir orta saha çiftinden ziyade harika bir dengeye sahip dörtlü olarak değerlendirilmeliydiler: bir ortacı, bir top kazanıcı, bir pasör ve bir top sürücü.
Keane ve Giggs, Ferguson’ın ilk büyük United takımı olan 93/94 grubunda da önemli oyunculardı; fakat Beckham ve Scholes o dönemde henüz düzenli oynamıyorlardı. Tipik bir dört kişilik orta sahadan farklı, daha yetenekli bir oyuncu grubu ortaya çıkmıştı. Scholes bir top kazanıcı değil, yaratıcı oyuncuydu (top kazanma onun her zaman en büyük eksikliği oldu); Beckham da bir koşucudan ziyade topu ayağına isteyen biri. Bu detaylar Avrupa’da oynarken çok değerli oldu. Burada oynarken topa sahip olmak Premier League’e kıyasla çok daha değerliydi, çünkü çok basitçe söylemek gerekirse, Ferguson’ın 90’ların ortalarından itibaren sürekli açıklamaya çalıştığı gibi burada topu bir kez kaybettiğinizde geri almak hiç kolay değildi.
United’ın 92 Sınıfı’nın Cantona’nın profesyonelliğinden etkilendiği aşikar olsa da, onun emekliliğinden en çok fayda görenler de Scholes ve Beckham olacaktı. Scholes, Ferguson’ın sözleriyle ‘Cantona tipinde’ bir ikinci forvet oyuncusu olarak ortaya çıkmıştı ve United menajeri açık bir şekilde Cantona’nın ayrılmasından sonra ona daha düzenli bir rol vermeyi planladığını söylüyordu. Diğer yandan, Beckham da Cantona’nın meşhur 7 numaralı formasını aldı; United’da gol paslarının ana kaynağı oldu ve her ne kadar Cantona’ya kıyasla çok farklı bir yol izlemiş olsa da, aynı zamanda takımın en çok ilgi çeken yıldızıydı. Cantona, Avrupalı rakiplerin sarkık forvetlere karşı önlem almaya alışkın olması sebebiyle Şampiyonlar Ligi maçlarında her zaman zorlanmıştı. Keane, “Bize kazandırdığı tek bir Avrupa maçı hatırlamıyorum” diyecekti.
United, Avrupa’da yaşadığı tecrübelerin etkisiyle taktiksel açıdan diğer Premier League ekiplerinden daha zeki bir takım olmaya başlamıştı. Yetenekli yabancı oyuncuların gelmeye devam etmesine karşın, İngiliz futbolu bu dönemde hâlâ Avrupa’nın geri kalanından izole bir hâldeydi. Televizyonda yurt dışından maçlar nadiren gösterilirdi; çok az yabancı antrenör vardı ve Avrupa kupalarında fazla ileriye gidilemiyordu. United 1999’da Şampiyonlar Ligi’ni kazandığında, bu onların beşinci katılımı oluyordu. United’ın dışında bir kereden fazla Şampiyonlar Ligi’ne giden Premier League kulübü yoktu. Üst kademe Avrupa kulüpleri, taktiksel açıdan Premier League kulüplerine kıyasla tamamen başka bir seviyedeydi; bu da Ferguson’ın ligdeki rakiplerine kıyasla önemli bir avantaja sahip olmasını sağlamıştı. Ferguson, 90’ların ortasındaki Avrupa kupaları deneyimlerinden bahsederken “Tüm o sistemleri incelerken büyüleniyordum” demişti. Ajax’ın süpürücü kullanışı, Milan’ın kompaktlığı veya Barcelona’nın topa sahip olma oyunu… Bunların tümü hayret vericiydi. Ferguson, ülke dışına çıkarak rakiplerini gözlemlemeyi alışkanlık hâline getirdi.
90’ların başıyla ortaları arası dönemde bazı Manchester United taraftarları Ferguson’a Tinkerbell lakabını takmaya başlamıştı. Bunun sebebi, ilk 11’ine çok kritik dönemlerde yaptığı anlaşılmaz değişikliklerdi. Örneğin beraberlikle biten ve son maçta şampiyonluğu kaybetmelerine sebep olan 1994/95’teki West Ham maçına 4-5-1 ile çıkması büyük hüsranla sonuçlanmıştı; ama diğer yandan, bu denemeler onlardan daha güçlü rakiplere karşı oynadıkları maçlarda her geçen gün daha büyük önem kazanıyordu. Ferguson, Avrupa’dan her zaman dersler çıkardı. 1994’te Nou Camp’ta Barcelona’ya 4-0 kaybetmeleri sonrası United’ın geride kaldığını fark etmişti.
“Taktiksel açıdan kaybettiğinizde bunu kabullenmek zorundasınız. Problem şu ki, biz İngiltere’de taktiksel bir oyun anlayışına sahip değiliz. United’da pek çok oyuncunun kendine has bir oyun karakteri var ve her biri bu oyun karakterine göre oynamak istiyor. Keşfettiğimiz üzere, bu düzen Avrupa’da işlemiyor. Daha iyi bir taktik disipline sahip olmalıyız. Oyuncular sadece kendi oyunlarını oynayamazlar.”
O hâlde bu, Premier League döneminde ilk kez İngiliz futbolunun taktikleri anlamaya başladığını; rakibe göre düzenlemeler yapmanın kritik öneme sahip olduğunu keşfettiğini gösteriyordu. Ferguson, “Avrupa’da orta saha oyuncuları birbirleri arasında pas yapıyorlar” demiş ve böylesine basit bir konsepti sanki bir aydınlanma anı gibi ifade etmişti: “Küçük üçgenler oluşturuyorlar ve topu orada tutuyorlar. Onlar orta sahada bize karşı ikiye birler yapıyorken bizim orta saha oyuncularımız yalnızca topu kanatlara, beklere ya da forvetlere açıyor.” Bu, basit bir nokta gibi görülse de son derece önemliydi. İlerleyen birkaç on yıl süresince Avrupa futbolu orta sahada topa sahip olma mücadeleleri üzerinden şekillenirken, Premier League’de orta saha bir savaş alanıydı. Burada topu bir an önce kazanmak için bir savaş verilir, sonra bir an önce topu başka bir yere atardınız. Orta saha yaratıcılığı, o dönemde İngiliz futbolu için adeta yabancı bir kavramdı.
*
United’ın 1997/98’deki Avrupa serüveni çeyrek finalde Monaco’ya elenerek sona erdi; ama o sezon, grup aşamasında İtalya şampiyonu Juventus’u 3-2 mağlup ederek etkileyici bir performansa imza atmışlardı. Bu son derece önemli bir sonuçtu; daha önceki yıllarda Barcelona, Juve ve Dortmund’a diş geçiremeyen Ferguson’ın United’ı ilk kez gerçek bir Avrupa devini mağlup etmeyi başarmıştı. Tüm Avrupa kulüpleri arasında, United’ın en yüksek itibarı gösterdiği ve aynı zamanda United’ı en çok andıran kulüp de Marcelo Lippi’nin Juventus’uydu. Juventus; Ajax, Milan veya Barca gibi bir oyun stiline veya romantizme sahip değildi. Ama istediğini alma konusunda olağanüstü etkili, profesyonel ve taktiksel açıdan üst düzey bir takımdı. Gary Neville, “90’ların ortasında takım olarak büyüyor ve Şampiyonlar Ligi’nde nasıl başarılı olabileceğimiz üzerine öğreniyorken Juventus kıstas noktamız olmuştu. Kendi takımımda olmasını istediğim her şeye sahiplerdi” diye hatırlıyor. Ferguson da aynıydı. “Juventus’a karşı çok büyük bir saygı geliştirmiştim, baştan aşağı klas bir kulüptü. Lippi çok etkileyici bir adam” diyordu.
Juventus o dönemde Avrupa’nın taktiksel anlamda en etkileyici takımıydı ve bunu büyük ölçüde farklı görevleri yapabilen, disiplinli ve zeki bir oyuncu grubuna sahip olmasına borçluydu. 1997/98 yılının kadrosu her iki kenarda da hem orta sahada hem de savunmada oynayabilen dört oyuncu barındırıyordu: Moreno Torricelli, Angelo Di Livio, Gianluca Pessotto ve Alessandro Birindelli. Geleceğin Chelsea menajeri Antonio Conte bir diğer çok yönlü oyuncuydu. İsimleri kağıt üzerinde görür ama hangi mevkilerde oynayacağını asla tahmin edemezdiniz. Keane daha sonraları şöyle demişti: “O takım sadece Del Piero ya da Zidane gibi herkesin aklını çelen yüksek kalitede oyunculardan oluşmuyordu. Sert, kurnaz, adını kimsenin duymadığı ama muhteşem alan kapatan, top kazanma becerisi çok üst düzeyde savunmacılar da vardı. İçgüdüsel olarak doğru pozisyon alır ve oyunu kusursuzca okurlardı.”
Onlar tamamen fonksiyonel oyunculardı; teknik açıdan sınırlı, ama Lippi’nin önemli bir maçta bir işi gerçekleştirmek üzere seçmesi için fazlasıyla uygun. Bu tabir, yani iş bitiriciler, dönemin İtalyan futbolcuları için özellikle çok uygundu. Çok yerinde bir başlık seçimiyle İtalyan İşi kitabında İtalyan ve İngiliz futbolu arasındaki farkları anlatan Gianluca Vialli, şu sonuca varmıştı: “İtalyan futbolcu için futbol bir iştir; İngiliz futbolcu için ise bir oyun.” Ferguson, açık bir şekilde bu dönemde İtalyanlara hayrandı. Onların ‘işine duyduğu büyük saygıdan’ (tavrını belli etmek üzere oyun yerine iş tabirini kullanıyor) bahsederdi. Juventus’un seviyesine çıkabilmek için, Ferguson’ın taktiksel disipline sahip ve büyük maçlarda nispeten eğlencesiz görevler üstlenecek daha fazla oyuncuya ihtiyacı vardı.3
1997’de Juventus karşısında alınan 3-2’lik zafer harika bir örnekti. Ferguson, aslen bir savunma oyuncusu olan ama orta sahada da oynayabilen Johnsen’i tutucu orta saha rolünde kullanmış ve Johnsen de dönemin en saygın oyun kurucusu olan Zinedine Zidane’a karşı muhteşem bir adam adama savunma uygulamıştı. Johnsen’in taktik disiplini United’ın bu dönemdeki tarzını özetler olmuştu; Ferguson, fonksiyonel oyuncuları gittikçe daha da benimsemeye başlıyordu. Çok yönlü, disiplinli, çalışkan, oyunun taktik yönüne ilgi duyan ve işi gerçekleştirmek üzere hazır oyuncular.
Ateşli rekabetleri süresince Arsenal ve Manchester United arasındaki temel farkı bu oluşturdu. Arsenal çoğunlukla United’ın süper yıldızlarına karşılık verebilecek oyunculara sahipti: Cantona’ya karşılık Dennis Bergkamp, Schmeichel için David Seaman, Keane için Patrick Vieira, Stam için Tony Adams ve Giggs için Marc Overmars gibi. Ama United’ın maçları taktiksel olarak kazanma yetisine sahip güvenilir bir yedek oyuncu grubu da vardı. Arsenal ise yalnızca A planına odaklanıyor ve yedekler de oyun tarzı olarak ilk 11’dekilerden bir farklılık göstermiyordu. Onların işi gerçekleştirecek bir oyuncusu yoktu.
Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna giden yolda, Ferguson özellikle Inter ve Juventus eşleşmelerinde taktiksel yetkinliğini ortaya koydu. Mircea Lucescu’nun Inter’i Old Trafford’a 3-4-2-1 dizilimiyle gelmiş; Ivan Zamorano’nun arkasına Roberto Baggio ve Youri Djorkaeff’i yerleştirmişti. Bu, 4-4-2’nin baş etmekte zorlanacağı bir dizilimdi: iki oyuncu sürekli rakip savunma blokları arasına girip çıktılar ve merkezi pozisyonlarda sayısal üstünlük oluşturdular. Ferguson, oyuncularına kompleks bir görev vermişti: “Orta sahanın ortasını iyi savunmalı, ama aynı zamanda topu kenarlara taşıyarak ortalarla gol aramalıyız.” Onları birkaç kez izlediklerini ve ortalara karşı zaafları olduğunu fark ettiğini söylemişti. Ferguson, hayran bırakacak bir şekilde adapte oldu. Bekleri Neville ve Irwin’i aşırı derecede merkezi konumlanarak rakibin iki 10 numarasını tuttular, bu arada United da Inter’ın üçlü savunmasının kenarlarındaki boşlukları acımasızca değerlendirdi. Beckham, rakip sol beki Aron Winter ve sol stoperi Francesco Colonnese’nin arasındaki boşluğa sürekli sızmalar yaptı. Ferguson’ın Inter’ı ortalarla delme kararlılığı çok iyi sonuç verdi; Beckham’ın ortalarıyla Yorke iki gol attı ve aynı şekilde bir tane de kaçırdı. United 2-0 kazanmıştı.
İkinci maç için Lucescu sürpriz karşılanmayacak şekilde iki sol kenar savunmacısını da değiştirdi ve forvette tekrar fit hale gelen Ronaldo’yu tercih etti. Inter’in stratejisi benzer olsa da Ferguson farklı bir yaklaşıma gitti, çünkü bu kez United’ın hücumdan ziyade savunmaya odaklanmasını istemişti. Bu sebeple Scholes’u yedeğe çekti; Keane’in yanına Johnsen’i yerleştirdi ve Stam’in partneri de Henning Berg oldu. Rakibin 10 numaralarını durdurma işi iki orta saha oyuncusu Keane ve Johnsen’e verilmişti; böylece United’ın ilk maçta savunmacı davranan iki bekinin öne çıkma imkanı doğdu. Ferguson daha sonra şöyle söylemişti: “Taktiksel açıdan kilit nokta, topu beklerimize gönderebilmekti. Bu şekilde Dennis Irwin ve Gary Neville aracılığıyla oyunu kontrol ettik.” Inter’in hücumcuları savunmaya pek de ilgi göstermediği için United’ın bekleri topa fazlasıyla sahip oldular ve onların ileri çıkışları rakibin beklerinin çıkışlarını da önlemiş oldu. United, Inter’i yıldırdı ve Scholes’un yedekten gelerek attığı golle maçı 1-1 tamamladı. United maçın temposunu mükemmel idare etmişti ve Ferguson bu çift ayaklı eşleşmeyi “kariyerimdeki en büyük adım” olarak tanımladı.
Juventus’a karşı oynadıkları yarı final ilk maçında, orta sahada kötü bir şekilde açık verdiler. Beckham ve Giggs fazla ileriye çıktı, bu da Keane ve Scholes’u merkezde yalnız bırakıyordu. Juve orta sahada baklava orta sahayı tercih etmiş; derinde Didier Deschamps’ı, orta ikilide Edgar Davids ve Conte’yi, 10 numara olarak ise Zinedine Zidane’ı kullanmıştı. Zidane kaçınılmaz biçimde Keane ve Scholes’u sahanın çeşitli kenarlarına çekerek merkezden uzaklaştırıyor, böylece Juventus’un geriden gelen orta saha oyuncuları için boş alanlar yaratıyordu. Juve’nin golü de Davids’in hazırlayıcılığında Conte ile geldi. Fakat Ferguson devre arasında tekrar toparlandı ve Beckham’a üçüncü bir orta saha olma direktifini vererek Neville’ın öne doğru çıkışlar yapmasını istedi. United oyunun hakimiyeti aldı, baskıyı kurdu ve Giggs’in ayağından, geç gelen bir beraberlik golü buldu. Gol sonrası Giggs’in sevinci minimal düzeydeydi; hemen topu alıp arkadaşlarına geri koşmalarını söylüyor ve galibiyet için tekrar saldırmalarını istiyordu. Bu tutum, Şampiyonlar Ligi’nde daha sonra karşılaşacakları için özellikle değerliydi.
United rövanş maçına ise çekingen bir şekilde başlamıştı. Giggs’in sakatlığı sebebiyle oynayamadığı bu maçta kanatlarda Blomqvist ve Beckham başlıyor, ikisi de daha merkezi konumlanıyordu. Aslında maçın başından itibaren topa daha fazla sahip oldular, ama iki tipik Pippo Inzaghi golü sonrası bir anda kendilerini 2-0 geride buldular: biri hemen kale dibinden bir vuruş, diğeri ise saçmalık derecesinde bir şansla rakibe çarptırılarak atılan bir gol. O andan sonra, United fantastikti. Premier League’deki tarzlarını bu maça da taşımayı ve gol pozisyonları üretmeyi başardılar. Ferguson, “benim yönetimim altındaki gelmiş geçmiş en iyi performans” diyecekti.4 Keane takımını harikulade bir şekilde sırtladı, üstelik bunu yaparken sarı kart gördüğü için finale çıkması hâlinde orada oynayamayacağını biliyor durumdaydı. Onun kafa vuruşuyla United geri dönmeye başladı; doğrusu, Ferguson’ın Scholes’u bu maçta da yedek bırakıp onun yerine Butt’ı tercih etmiş olması, Keane’in de daha çok yönlü ve hücuma yönelik bir oyun oynayabilmesini sağlamıştı. Yorke’un kafa vuruşu beraberliği getirdi, Cole’un golüyle ise United galibiyete uzandı. Bu kez kendi oyun planını rakibe kabul ettiren taraf United olmuş gibiydi.
Ferguson, “Bazı yöneticiler benim bazı tercihlerimi anlamaya çalışmaktan vazgeçmişti” diye itiraf edecekti. “Onların yüzlerinden belliydi: ‘Bu adam ne yapıyor?’ diye düşünmüş olmalılar” diyor. Bir menajerin çok önemli bir lig maçında iki kilit oyuncusunu dinlendiriyor olması o dönemde inanılması güç bir tutumdu, ama Ferguson her zaman birkaç adım öndeydi. Bundan birkaç yıl önce de Lig Kupası’nı as oyuncularını dinlendirmek ve gençlere şans vermek için bir fırsat olarak görmeye başlamıştı. Bu tutum, daha sonraları büyük kulüplerin hepsi için temel bir gereklilik hâlini aldı.
Kadro rotasyonu, Chelsea’yi çalıştırdığı dönemde Claudio Ranieri ve Liverpool’dayken Rafael Benitez gibi genelde yabancı hocalara yakıştırılır. İngiliz futbolu içinde menajerlerin ‘kazanan takımı bozmaması’ gerektiğine dair yaygın bir inanış vardır. Aston Villa 1980/81’deki şampiyonluğunu yalnızca 14 oyuncu kullanarak kazanmış, ayrıca bu oyuncuların 7’si de tüm maçlarda oynamıştı. Ama 1998/99’da tüm sezon boyunca iki maç art arda aynı kadroyla oynamayan tek menajer Ferguson oldu. Sürekli yenilikler yaparak A takım oyuncularını zinde ve yedekleri de takımın içinde tuttu. Diğer şampiyonluk favorileri genellikle sezonun son bölümlerinde büyük problemler yaşarken, United kazanmaya devam etti. Ferguson, “Aynı oyuncuların bu kadar fazla maçta oynamasını bekleyemezsiniz. Eğer kazanmaya devam etmek istiyorsanız, değiştirmeniz şart” diyecekti.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane