Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnirken, acının ve alçalışın cehennemlerinden geçmiş fedailerdir. Bu şarkısı söylenmemiş kahramanlar, başkalarının toplumsal süreç içinde bilinçsiz olarak hedef olduğu terörist imhaya bilinçli olarak hedef kılmışlardır kendi varlıklarını. Toplama kamplarının adsız kurbanları, doğmaya çabalayan varlıklarını. Bu insanların kendi sesleri, zorbalığın darbeleriyle susturulmuş olsa da, felsefenin görevi, onların yaptıklarını işitebilecek sözlere dönüştürmektir.1
Oulipo, dilin sınırlarını genişletmeyi amaçlayan deneysel bir edebiyat akımı. Bu akımın en değerli temsilcilerinden Raymond Queneau ise Biçem Alıştırmaları’nda aynı öyküyü 99 farklı anlatım biçimiyle yeniden anlatmayı dener.
Christian Petzold de aynı öyküyü beyaz perdede anlatmaya devam ediyor, ama bunu her seferinde bir öncekinden farklı bir anlatım biçimiyle yapıyor ve sinemanın sınırlarını genişletiyor.
Petzold, Barbara ve Phoenix’te olduğu gibi Transit’te de gözünü geçmişe dikmiş durumda. Horkheimer’ın deyişiyle şarkısı söylenmemiş kahramanları bize hatırlatmaya devam ediyor. 2015’te Altyazı’ya verdiği röportajda, geçmişle, bilhassa ülkesi Almanya’nın geçmişiyle ilgili bu meselesini şöyle izah etmeye çalışıyordu Petzold:
“Niye Almanların İkinci Dünya Savaşı’nın askerleriyle ya da savaştan kurtulanlarla ilgili bir eve dönüş hikâyesi yok? Adolf Hitler’le ilgili, yeraltı sığınaklarında ne olduğuyla ilgili bir sürü hikâye anlattılar. Ama insanları, hikâye anlatımının temelini oluşturan travmatize olmuş insanları görmezden geldiler. Bu karakterler Alman tarihinin hayaletleri. Oysa sinemanın yüzde sekseni filan aşk ve hayalet hikâyelerinden oluşuyor.”2
Petzold, Alman sinemasının yeniden sahici bir dile kavuşabilmesi için ya da daha da önemlisi Alman toplumunun artık kronikleşmiş sorunlarını çözebilmesi için kendi geçmişiyle yüzleşmesi gerektiğini düşünenlerden ve bunun üstüne gitmeyi sürdürüyor (Tıpkı 80’lerde Rainer Werner Fassbinder’in yaptığı gibi). Fakat bunun hakiki bir yüzleşme olması adına, 2012’de verdiği bir başka röportajda da şöyle bir şerh düşmüştü:
“Kimse geçmişi romantik hâle getirmemeli. Çünkü bu, aynı zamanda onu basitleştirmek oluyor. Gerçekten anmak ise tüm bu karışıklıkları ve ayrıntıları ait oldukları yerde bırakmak anlamına geliyor.”3
Transit’te de geçmişi romantik hâle getirmekten ustalıkla kaçınır Petzold. Fakat Barbara ve Phoenix’te üzerine eğildiği karışıklıkları ve ayrıntıları ait oldukları yerde bırakmak yerine, bu defa günümüze taşımayı seçer. Tabii yine aynı ustalıkla… Bugünün Ortadoğulu ve Afrikalı göçmenlerinin yanına, geçmişin Avrupalı mültecilerini de iliştirir.
Yine kalanlar, gidenler, kimliğini kaybedenler, başkasının kimliğini üstlenenler, birbirlerine tutkuyla âşık olanlar ve elbette hayaletler vardır. Ve her zamanki gibi olabildiğince melankoli… Ama bu defa geçmişin hayaletleri ne 1945’in Berlin’indedir ne de 1980’lerin Doğu Almanya’sında, onlar 2018’in Marsilya’sında sıkışıp kalmışlardır.
Üstelik Naziler de geri dönmüştür (belki de hiç gitmemişlerdi). Ve Petzold’ün hayaletleri için yine kaçma ve unutma vaktidir. Tam da bu noktada ısrarla bir soru sorar Petzold: “Terk eden mi önce unutur, kalan mı?”
Paris’ten Marsilya’ya kaçan Georg’un tek amacı transit vize alıp gemiyle Meksika’ya gitmektir. Marsilya’ya ulaştığında şansının da yardımıyla intihar eden yazar Weidel’in kimliğini ele geçirir ve bu sayede vizeyle biletleri alıp, geminin kalkacağı günü beklemeye başlar (Bu arada Weidel, zihnimde sürekli Walter Benjamin ile özdeşleşti. Benjamin de Nazilerden kaçıp Fransa sınırında intihar etmişti. Ama sanırım daha ziyade, Petzold’ün melankolik ortamına çok yakıştırdığım için olsa gerek.)
Fakat aradan geçen sürede Georg için işler karışır. Âşık olur. Hem de kimliğini ele geçirdiği Weidel’in karısı Marie’ye. Üstelik Marie’nin bir âşığı daha vardır: Richard. Ve Petzold filmlerine aşina olan herkes, âşık olmanın ne anlama geldiğini bilir: Kalmak.
Tek amacı Batı’ya kaçmak olan Barbara’yı Andre’ye karşı hissettikleri Doğu Almanya’da, Nelly’i ise kendisini hatırlamayan ve ihanet eden kocası Johnny’e karşı her şeye rağmen duyduğu büyük aşk Berlin’de tutmuştu. Marie’yi de Weidel’e olan aşkı Marsilya’da tutar, Richard eline gitme fırsatı geçmesine rağmen Marie yüzünden kalır ve elbette kendini Marie’ye kaptıran Georg, ne kadar gitmek istese de yapamaz, o da kalır. Ve kalmak, gidenlerin geri dönmesini beklemek, yorucudur.
Phoenix’in son sahnesinde söylediği şarkıda, “Nereye gidersem gideyim, yarın hep yakında hissediyorum,” diyordu Nelly, “Yarın burada ve hep çok yakında.”
Haklıydı. Geçmiş, şimdi ve yarın birbirinden ayrı değil. Geçmişte de insanlar acı çekiyordu, şimdi de çekiyor, yarın da çekmeye devam edecek. Yine gidenler ve kalanlar olacak. İnsanlar kimliklerini, hayatlarını kaybedecek ve yerlerini yine başkaları dolduracak. Her şeye rağmen dünya aşksız da kalmayacak. Ve melankoli, sonsuza kadar sürecek.
Baruch Spinoza, “Havaya atılan bir taşın eğer bilinci olsaydı, yere kendi isteğiyle düştüğünü sanırdı” demiş. Petzold de filmine uyarladığı, Anna Seghers’in aynı adlı romanını, “bizim bu dünyaya fırlatılmışlığımızın hikâyesi”4 diye tanımlıyor. Biz, yani bu dünyada zaman mefhumunu yitirmiş tüm hayaletler…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane