Çetin Cem Yılmaz’ın bir Oscar yazısında söylediği gibi, artık Stuttgart’la ilgili bir yazının zamanı geldi. Totem olsun, belki hayat kurtarır.
Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi
Daha önce görmediğiniz, kimseyi tanımadığınız, dilini bile bilmediğiniz bir ülkede, yeni bir işe başlamak zordur. Bu yola girip ilk aylarını Skype’ta eski arkadaşlarıyla rakı içerek geçirenleri ve 3 ay sonra ağlayarak geri dönenleri, işkolik olup yaşadığı yere her gün küfredenleri, hatta Hakan Şükür’ü sıla hasreti yüzünden Torino’dan alıp İstanbul’a getiren başbakanlık uçağını bile gördüm.1
Şikayetin, nefretin, bunalımın sebebi ise yalnızlıktır. Ev aramak, bürokratik işlerinizi halletmek, maaşınız yatsın diye bir banka hesabı açmak, ilk günlerde market alışverişi yapmak bile yeri gelir işkenceye dönüşür. Ben tek başıma güçlüyüm cakası bu yeni hayatın başlangıcında pek de geçerli değildir. Desteğe ihtiyaç vardır. Özellikle artık öğrenci değilseniz yeniden bir arkadaş çevresi oluşturmak çok zordur. Size sadece resmi evrakları çevirecek kadar bile yardım edilse dünyalar sizin olur. İlk aylardan sonra bu da yetmez, artık aranmak istersiniz, bir yerlere davet edilmeyi beklersiniz. Eğer tüm bu zorlukları aşıp yaşadığınız yere alışırsanız tam da sözlük anlamıyla yeni bir insan olabilirsiniz. Tüm kişiliğinizi baştan inşa edebilir, kültür/gelenek denen şeylerin ne kadar göreceli olduğunu anlarsınız. Sonucu iyi veya kötü olur, orası belli olmaz ama alışkanlıklarınızı, en doğru bildiğiniz şeyleri bile değiştirmeye başladığınızda kendi aklınızın programcısı olduğunuzu hissedersiniz.
O an için ne kadar şanslı olduğumu fark etmesem de beni bu dertlerden kurtaran, bir sigara molasında, daha önceleri pek konuşmadığımız iş arkadaşım Markus’un2 “Futbolla ilgileniyor musun?” sorusu oldu. Geldiğim yerde bile bazıları tarafından “lümpen aktivitesi” olarak görülen futbol bu ülkede günlük hayatın temel parçalarından birisiydi. Daha önce hiç futbolu sevdiğim için sevindim mi hatırlamıyorum ama o an ‘goooool’ diye bağırasım gelmişti. İş arkadaşım beni Schalke – Stuttgart maçına, deplasman tribününe davet ediyordu.
Maçta ilk gol olduğunda3 Markus’un hemen arkasında duruyordum. Elinde bira olduğu halde gol diye kollarını kaldırdığında ellilik bira kafamdan aşağı dökülmüştü. İkinci golde yanında duruyordum, bu sefer de sevinçten bana sarılınca kıyafetimin bira değmeyen yerleri de ıslanmıştı. O anda maça beraber gittiğimiz diğerleriyle de sarmaş dolaş olmuştuk. 2-1 Stuttgart galibiyetiyle biten maçın çıkışında otopark girişini araçlarıyla kapatan Schalkelilere, “Sizin pahalı arabalarınız bizim şampiyonluklarımız var” şeklinde bağırdıklarında, Schalke’nin hiç Bundesliga şampiyonu olmadığını, Stuttgart’ın ise daha iki sene önce ligi en tepede bitirdiğini hatırlamıştım. Dönüş yolunda kombine kartlarını yenileme muhabbeti dönerken sen de ister misin diye sorduklarında ‘ne kadar kötü olabilir ki’ diye düşünmüştüm. Baştan aşağı bira kokuyordum, yorulmuştum, sesim kısılmıştı ama mutluydum. Tamam dedim. O akşam eğer günlük tutuyor olsaydım uyumadan önce “Almanya’da insanların soğuk olduğu yalanmış ama üstüne bira dökerlerse üşütebilirsin. Ayrıca Serdar Taşçı ve Sami Khedira da büyük futbolcu olacak” yazardım.
Sarı Mersedes
Stuttgart, İlyas Salman’ın “bok ettin bayan, sıçtın kapının içine” diye ağladığı Mersedes’in memleketi. Bunun yanında Porsche de buradan doğmuş. Christoph Daum’un sponsoru Gazi de bu şehrin yerel şirketlerinden. Başkenti olduğu Baden-Württemberg, Almanya’nın en zengin eyaletlerinden. Fakat Stuttgart, turist olarak pek de öyle gezip görülmesi gereken bir yer değil.4 Turistlere yaklaşık 200 ayrı noktadan oluşan bir merdiven turizmi sunuluyormuş. Bunu ilk duyduğumda Cortazar’ın “Sıradanlıktan kurtulmak için bazen merdivenleri ters çıkmak gerekir” önermesini düşünmüştüm. Bir turist Stuttgart’ta isterse amuda kalkarak merdiven çıksın, yine de sıradanlıktan kurtulamaz. Tuhaf gelebilir ama bu şehri özel yapan da hiçbir konuda en güzel olmaya çalışmaması, sadece kendi işine bakması, beğenen böyle beğensin havasıdır. Stutgart’ta yaşayan Svablar, Almanca’nın bir diyalektiği olan Svabca konuşurlar. Bunu öyle abartmışlardır ki zamanında “Gerçek (Yüksek) Almanca konuşmaktan başka her şeyi yapabiliriz” diye bir reklam sloganları bile vardır. Cimrilikleriyle ün yapmışlardır, hepsinin yaşama amacının bahçeli müstakil bir ev yapmak olduğu söylenir.
Almanya futbolu içinse Stuttgart en önemli okullardan biridir. Daum, Löw dünya futboluna kendini burada tanıtmış, Jürgen Klopp Stuttgart tribünlerinde A Blok’ta gençliğini geçirmiş, Thomas Tuchel teknik direktörlüğü burada öğrenmiştir. On yıllardır futbolcu fabrikası gibi çalışan şehrin yetiştirdiği en önemli futbolculardan birisi de Klinsmann’dır. Klinsmann’ın babası yıllardır burada bir fırın işletmektedir. Baba Klinsmann şehirde insanların yüzüne bakamayacağını düşündüğünden, başlarda istemese de sonradan çevresinin de onayıyla Klinsmann’ın Bayern’e transferine izin vermiştir. Gomez’i hala affetmeyen Stuttgartlılar, o zamanlar saygılı davrandığından dolayı Klinsmann’a kızmamışlardır. Futbolda “gelenek” kelimesini dillerinden düşürmezler. Takımın da geleneklere bağlı kalmasını isterler, altyapıdan gelen çocuklara gözleri gibi bakarlar. Son zamanlarda çok kötü oynayan Sven Ulreich’a da hala sahip çıkmaları bundandır. Ulreich’ın, daha 13 yaşındayken, babasına ölmeden önce bir gün Stuttgart’ın kalecisi olacağım diye söz verdiği anlatılır. Şehir halkı için oyundan ve skordan önce gelen şeyler vardır.
Güzel günlerimiz de vardı
Her zaman bu kadar kötü değildi. 2009-10 sezonunda 15-20 otobüs tam 18 saatlik bir Barcelona yolcuğu yapmıştık. Stuttgart Şampiyonlar Ligi’nde gruplardan çıkmıştı, 2. tur ilk maçı da 1-1 bitmişti. Barcelona’ya deplasman yapıyorduk ve umudumuz vardı. Yemek getirmeyi kimse akıl etmese de otobüste biranın tanesi 1 Euro’ydu ve hiç bitmiyordu.5 Aslında umudumuz olmadığını Messi’yi görünce anladık ama önemsizdi. Maç sonunda polis stat boşalana kadar bizi bekletiyordu. O gün boş stattaki tezahüratlar ve Karlsruhe’ye edilen küfürler, Camp Nou’nun ürpertici akustiğiyle büyük bir eğlenceye dönüşüyordu. 4-1 yenilen bir takımın 18 saattir yolda olan taraftarları şarkı söylüyor, dans ediyor, bağırdıklarında karşı taraftan gelen kendi yankılarını duydukça kahkaha atıyordu. Kaybetmek daha da güzel olamazdı. Dönüş yolu da 16 saat sürdü. O sezon Stuttgart ligde son sıraya kadar düşüp yıllar sonra ilk defa düşme korkusunu hissettirdi ama 14. haftadan sonra ligin en iyi performansını sergileyip Avrupa vizesi aldı. Khedira’yla Serdar çok iyi oynuyorlardı ve insanlar onları kaybetmekten korkuyordu. Dünya Kupası öncesi Ballack sakatlanınca Almanya kaybetmedi ama Stuttgart, Khedira’yı kaybetti.
Sebebi Khedira mıydı bilmiyorum ama sonrası hep istikrarsızlık oldu. Altyapıdan gelenler de fazla kalmadan gidiyorlardı. Bir hafta Werder Bremen’e 7 gol atıp çılgına dönüyorduk, diğer hafta son dakikalarda 2 gol yiyip kaybediyorduk. 2012-13 sezonu da kötüydü. Ama o yıl kupada finale kalıp Berlin’e gittik. Bu sefer yolculuk otobüsle değil trenleydi. Yaklaşık 800 kişi bir tren tutup 31 Mayıs 2013 gecesi Berlin’e gittik. Kuralsızlığın tadını çıkarıyordum. Tam da o gün İstanbul’da bir şeyler oluyordu. Bir yandan onu takip etmeye çalışıyor bir yandan da trenin parti vagonunda bağıra çağıra tezahürat ediyordum. Maç öncesi sokaklarda “Fick Bayern” tezahüratı ederlerken ricamı kırmayıp, Bayern yerine o günlerde çok küfür yiyen Türkiye’den birini koyuyorlardı. Bu arada “Avrupa’da çok centilmence maç izlenir” cümlesini de yalan çıkararak, ilk gördükleri Bayernlilerin atkılarını alıp yakıyorlardı. Sonrası polis, biber gazı, sokaklarda köşe kapmaca. Bu arada ben maç öncesi bir fırsatını bulup Berlin’de yapılan Gezi eylemine gittim. Eylemde Stuttgart milletvekili Cem Özdemir’i öyle yürüyüp yanımdan geçerken görünce şaşırdım. Stuttgart’ın sıradanlığı ona da yansımıştı. Stadyuma döndüğümde ihtişamından çok etkilenmiştim ama Stuttgart etkileyici bir oyun oynamıyordu. 75. dakikada Bayern 3-0 öne geçmişti. Bavyeralılar o sezon kazanacakları üç kupayı temsil eden bir pankart açmışlardı. Tam da o sırada aylardır oynamayan Cacau oyuna girdi ve biz tribünde heyecandan kıpırdamaya başladık. Hala nasıl oluyor bilmiyorum, insanlarla göz göze gelip bağırmaya başlamak, ne olacağını bilmek tuhaf bir his. Cacau oyuna girdikten sonra Stuttgart 2 gol attı ve maç 3-2 oldu. O anda Bavyeralılar pankartlarını hızla topladılar. Sonrasında o üçüncü gol gelmek bilmedi. Son dakikada kaptan Serdar Taşçı boş kaleye kaçırdı. Umutlar bitti. Sonraki sene zaten Serdar da gitti.
Dönüş yolu sessizdi. Parti vagonunda müzik yoktu. Ben döner dönmez İstanbul’a gittim, orada başka bir umut vardı.
Sonra…
Sonrası hep kötü. Stuttgart tarihinin rekor yenilgi serisi, son haftalarda kurtulunan düşme hattı, giden futbolcular, bir türlü olamayan gençler, kaçan goller ve son 15 dakika sendromu. Geçen sezon düşmekten zor kurtulan takım son 15 dakikalar olmasa ligde 3. sırada olacaktı. Genç takımdık, olurdu, kızmaya gerek yoktu. Bu sırada 15 kişiyle başlayan kombine kardeşliğimiz de 4 kişiye düştü. En kötüsü “Sen hatırlarsın en son ne zaman kazanmıştık?” sorularını duymaya başladım.
Bir şeyi itiraf etmem gerekiyor, sorun bende olabilir. Altı senedir maçlara gidiyorum ve her sene takım daha kötü oluyor. Bu sezonsa dibe battılar. Çocuklar tutunmaya, biz tutmaya çalışıyoruz. Olur mu bilmem, olmazsa çok üzülürüm onu biliyorum. Stuttgart’ta yaşamıyorum, şehri çok da bilmiyorum. Fakat yıllardır yeniden programladığım aklımın temelinde, bu şehrin insanları ve onların gücüyle ayakta duran takımı var. Bu sezon son kez, Cumartesi 15:30’da Neckar Park Stadyumu’nda düşmesinler diye tutmaya, düşerlerse bir şey olmaz, ayağa kalkın demeye gidiyorum. Şans dileyin.
Not: Girişteki fotoğraf VfB Stuttgart resmi Twitter hesabından alındı.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane