Almanya, Portekiz, ABD ve Gana. Tipik bir Dünya Kupası E Grubu, ancak bu kez bir değişiklik yapıp G Grubu altında toplanmaya karar vermişler.
“Kaç okur Dava ile aracısız tanışmış olabilir, sıcağı sıcağına karşılaşanlar ayrılırsa” diye soruyor Enis Batur, yine onun sözcükleriyle, onun ölçüsünde yoruma boğulmuş yazar/eser bulmamız güçken bu grup değerlendirmesine neden böyle bir giriş yaptığımı bilmiyorum. Fakat bu soru cümlesini 2006 Almanya milli takımı için ödünç almak istediğimi biliyorum. Canlı canlı deneyimlediği ilk Dünya Kupası Almanya ’06 olanları kıskanmamız gerekiyor. Onlara yetmişlerdeki Almanya takımlarından, yegane heyecan verici şeyi saçları/sakalları olan takımlardan söz etmeye yeltendiğinizde sizi dinlemek istemeyeceklerdir. Klinsmann-Löw ikilisinin getirdiği yaklaşım sonrası biz, tüm o önyargılarla kirlenmiş yaşça daha büyük olanlar, bile nasıl da onları desteklemekten kendimizi alamamıştık. Tüm bunların nasıl olduğunu, Almanya milli takımındaki Cüret Çağı’nın adımlarının nasıl atıldığını özetlemek için bir cümle de Fikret Özer’den çalalım: “Joachim Löw ve Jürgen Klinsmann, elinde aşıyla köy köy gezen Kızılay personeli gibi, kulüpleri dolaşarak gençlik ve güzel futbol aşısı yapıyorlardı.”1
Devrimi Klinsmann’a atfetme çabalarına rağmen bu yeni çağın taktiksel öncülüğünü yaptığına kuşku duyulmayan Löw’ün, çok sevdiğimiz ‘stajyer’ hocanın, 2010 takımı belki de dört yıl boyunca kendimizi alıştırdığımızdan aynı şok etkisini yaratmamıştı. Fakat Dünya Kupası işinde siftahını 2010 ile yapan bir jenerasyon, yine bizimkine göre başka türlü bir Almanya tanımı yapıyordu havsalasında hiç şüphesiz. Löw ve Klinsmann’dan Kızılay tedrisatı alan topçular, arkalarında bıraktıkları yılların deneyimiyle orta sahayı açık kalp ameliyatı titizliğinde işliyordu.
2014 sınıfı onlar kadar talihli olabilecek mi? Turnuvanın başlamasına resmi olarak üç gün kala, kafamı Almanya’nın Maracanã’daki finalin taraflarından biri olup olamayacağı sorusundan daha fazla meşgul eden bir soru bu. Pep Guardiola’nın taktik yaklaşımına tehlikeli derecede tutulduğu gözlenen (bunda bir tehlike gören çok fazla kişi olmadığını bilerek) Löw, belli ki bir şeyleri yerinden oynatma niyetinde. DFB-Elf’in 2008, 2010, 2012 derken iyice üzerine yapışan ‘sempatik kaybeden’ kimliğinde ilk sözcük zaman içinde görünmez olurken, ikincisi teknik direktörün uykularını kaçıracak boyuta ulaşmış gözüküyor.
Peki bizi kapıda bekliyor olabilecek bu melez Almanya, bildiğimiz şekliyle Löw’ün takımının Guardiola remiksi, beraberinde neleri getirebilir? Öncelikle bu geçişi, Löw’ün ‘bana tek ayağı bile yeter’ diye özetlediği bir hayranlık duyduğu Sami Khedira’nın varlığında yapmak ne kadar mümkün? Onun rehabilitasyonunu kulüp antrenörlerinden daha yakın takip eden Löw, elbette Fas asıllı esas adamından vazgeçmeyecek. Sezonu 2013’teki ihtişamlı formundan uzakta geçiren Bastian Schweinsteiger’i yeni bir görev yeri bekliyor olabilir mi? Ya da Löw kolaycılığa kaçıp, Guardiola’nın sınav kağıdında görebildiklerini aynen mi aktaracak? Philipp Lahm’ı orta sahada görme ihtimalimizden bahsediyorum. Halihazırda ikna edici gözükmeyen sol bek pozisyonundan sonra diğer tarafı da Jerome Boateng’e emanet etmek makul bir risk mi? En önemlisi de takımın gol planlarında sırtını yaslaması beklenen, Türkiye’deki blog aleminin favori tartışmalarından birini yeniden ziyaret etmesine yol açacak, yalancı-dokuz tercihi Marco Reus’un kupa öncesi sakatlığı ile birlikte rafa kalkacak mı? Özellikle de gözler kendinden büyük yükleri sırtlama konusunda hiçbir zaman çok istekli durmayan Mario Götze’ye dönmüşken… Max Kruse’nin ‘alemci futbolcu istemiyoruz’ alt metninde okunabilecek ama yine de anlaşılması kolay olmayacak yok sayılışı bir kenara, bu sakatlık sonrası Löw’ün seçiminin Shkodran Mustafi olması bize neler söylemeli?
Bu soruların hiçbirine kesin bir cevabım yok, önümüzdeki birkaç gün içinde Löw ile konuşup dertleşme fırsatı bulamazsam ilk maç gününe kadar da olmayacak. Zaten merak ettiğim asıl soru bir önceki paragrafta. Umarım onun cevabı olumludur da filmi bir kez daha en başa sarmayız.
Cristiano Ronaldo’dan söz etmenin onu heyecanlandırdığı kesin. Onu izlediği ilk gün de heyecanlanmıştı. Benzer ama biraz daha güçsüz bir hissin suretini bir Paskalya pazartesisinde, küme düşmemeye oynayan Newcastle United’ın 8 numarasında görmüştü. Ancak o özel yeteneğin Tottenham’a transferini Malta’da tatil yaparken öğrenecekti.
Sir Alex Ferguson bir sonraki büyük şeye Sporting’in yeni inşa edilen stadyumunda rastlamış, bu kez her şeyin yolunda gitmesi için seferberlik ilan etmişti. Şimdi otobiyografisini yazarken bir bölümü ona ayırmaya karar veriyor. Ayrılıklarının şeklini hesaba katan bazı United taraftarları, onu hatırlamanın iç burkucu bir yanı da olmalı diye düşünüyorlar. Görünen o ki, zerresi bile yok. Carlos Queiroz’un ona “Bu çocuğu beş yıl elimizde tutabilmemiz mucize olur, 17 yaşında ülkesinden ayrılan Portekizli bir futbolcunun gittiği yerde beş yıl kaldığı görülmemiştir” dediğini anımsatıp o fazladan bir yıl için minnet duyuyor.
Kimden bahsettiğimi tekrar hatırlatmalı mıyım? Şimdilerde hafızasının karanlık köşelerine ittiği anları hatırlatmalıyım belki de, böylesine özel bir yeteneği elinde bulundurduğuna lanet okuduğu günler. Orada olduklarından eminim. 2008 yarı final eşleşmesinde Barcelona önünde onu ileri uca taşımış, sağ çizgiye yakın oynattığı Carlos Tevez ile beslemişti. Plan gerçekten başarıya ulaşmıştı. Bunu 2009 ve 2011 finallerinde tekrarlasaydı elinde o kupadan en az bir tane daha olacağını bildiğini söylüyor, her şeye rağmen anlamakta zorlandığım şekilde bundan pişman olmadığını ekleyerek. Söylemediği bir şey var, 2011’de yükseldiği konumda Ronaldo’yu takıma ancak ve ancak Ronaldo yerleştirirdi. Ferguson daha önce de bu yarı tanrılardan biriyle karşılaşmıştı, o da 7 numarayı giyiyordu. Fakat bu başkaydı, yapmaya kalkışacağı ve kalkışamayacağı şeyler vardı.
Paulo Bento bu şeylerin farkında olan birine benzemiyor ilk bakışta. Daha yakından bakıyorsunuz, aynı cümleyi daha büyük bir güvenle kuruyorsunuz. Bento’nun eskiz defterinde2 göze çarpan büyük bir deha yok. Bir soyadını paylaştığı mercek perdahçısının izlerine rastlayamıyorsunuz. Yine de fazla üstüne gitmeye gerek yok. Ronaldo’nun takımının başında olmanın, dünyanın en zor görevine dönüştüğü anlar var. Bunu esneklik kabiliyetinizin iyice daraldığı milli takımlar düzeyine taşırsanız, eskinin ön liberosuyla bir gönüldaşlık bağı kurabiliyorsunuz. Fakat sözleşmesini 2016’ya kadar uzatmış olsalar da saat işliyor. Brezilya’da ilk kez kameralar ona döndüğünde odadaki/sahadaki fil hakkında bir fikir üretmiş olmanın özgüvenini görmek istiyorum Bento’nun yüzünde. Orta sahada hakkının çoğu zaman verilmediğini düşündüğüm Miguel Veloso ile gereğinden fazla yukarıda konumlandırıldığını ve gereğinden fazla para kazanmakta olduğunu düşündüğüm Joao Moutinho’nun arasına İsveç maçında ülke futbol tarihinin en parlak 17 dakikalarından birine imza atmış William Carvalho’yu yerleştirebilirse güzel olacak, ama büyük soruya bir cevap önermiş sayılmayacak.3 Bir de hepsinin ötesinde Rui Patricio-Pepe-Bruno Alves üçgeniyle çeyrek finalden sonra her adım için biraz şansa ihtiyaçları olacak gibime geliyor.
Meşhur vosvosuyla poz veren fırıncı çocuğu Klinsmann görüntüsü epey uzakta. Golleri sonrası yere Alman bombardıman uçakları gibi dalan, fakat bu dalışlar oyun sınırları içine sızdıkça hayranlık kadar nefret de uyandıran sarışın forvetin yukarıdaki gibi fotoğrafları ancak bazılarınıza yaşlandığını hatırlatmaya yarıyor. 2006’daki Kızılay misyonu da uzun zaman önce son buldu. Klinsmann şimdilerde zenofobiye meyyal Amerikalılar için popüler bir rakı masası(?) aktörü. Kontratındaki bol sıfırlarla, Los Angeles’taki malikanesinden şehir dışına kurulan antrenman üssüne her sabah helikopteriyle gidip gelmesiyle, taktiksel zayıflıklarıyla ve son olarak kadro tercihleriyle.
Klinsi’nin küçüklüğünden beri iki tutkusu vardı: birisi babadan miras fırıncılık, diğeri havacılık. Kaliforniya semalarında Vecihi gibi dolanmasıyla bir problemim olamaz.4 Kontratındaki sıfırlar veya taktiksel zayıflıklarıyla da. Fakat Brezilya öncesinde kadrosunu oluştururken yaptığı bazı seçimlerin kötü kokular yaydığı kesin. Hayır, ülke futbolunu sadece Hispanikler ve ortaokul çağındaki kızlar tarafından oynanan bir ‘güzel oyun’ statüsünden çıkaran hareketin poster çocuğu Landon Donovan’ı kadronun dışında bırakma kararından bahsetmiyorum.5 İş görüşmesinde ABD futbolunun başındakileri oyun tahtası üzerindeki meziyetleriyle değil, Almanya gibi bir ülkenin tüm futbol organizasyonunu dönüştürebilme kabiliyetiyle etkileyen Klinsmann büyük resimdeki planını harekete geçirirken ilk durağı yine Almanya olmuştu. Bu topraklarda büyüyüp Alman futbol hiyerarşisine bir yerinden dahil olmuş onlarca ABD kökenli subay çocuğu vardı. Klinsmann henüz sahaya inmeden soyağaçlarını arşınlamaya başlamış, Almanya gezisinden eli boş dönmemişti. Timothy Chandler, Fabian Johnson ve John Brooks gibi isimler gen havuzlarındaki özel durum sayesinde ABD milli takımı oyuncu havuzuna da balıklama atlayabilmişlerdi. Geçtiğimiz Mart ayında onlara Bayern München altyapısından Julian Green de eklendi. Tüm bu oyuncular Klinsmann’ın nihai Dünya Kupası kadrosunda da kendilerine yer bulabildiler. Kesik yiyen veteranların şiddetle sorgulanmasının haklı bir sebebi varsa buydu.
Klinsmann’ın çocukları kadroya çıkarma yaparken, bu oyuncuların ‘devşirilmesi’ sırasında kendilerine Dünya Kupası vaadinde bulunulduğu söylentileri de eksik olmadı. Neyse ki bu söylentiler, dört yılda bir gelen bu büyük çaplı vatanseverlik gösterisi fırsatından kolay kolay vazgeçmeyecek hakim ses tarafından bastırıldı. Klinsmann açısından, neyse ki.
ABD milli takım kadrosu adındaki bu ilginç karışıma bakıyorum, 2002’dekine benzer bir iskelet çıkarabilme derdindeyim. Ülkenin yetiştirebildiği tek modern orta saha Michael Bradley ana kemiklerden biri şüphesiz. Tıpkı onun gibi başarılı Avrupa kariyeri sırasında MLS’e sürpriz bir geri dönüş yapan Clint Dempsey de bir yerlerde olmalı. Kaleci yönünden her zaman bereketli olan toprakların son birinci sınıf ürünleri Tim Howard ve Brad Guzan göz alıyor. Güvenilir bir Ada stoperine evrilen Geoff Cameron ve Panama’ya attığı golle Meksika’nın yanmakta olan Brezilya biletini yeniden dirilttiği için ülke sınırları içinde sempati gören ilk Amerikalı futbolcuya dönüşen Graham “San” Zusi bu seviyede fazla sırıtmayacak oyunculara benziyor. Gollerini satan santrfor Jozy Altidore ve Fenerbahçe maçından beridir pek hatırlamak istemediğim Jermaine Jones ise salt bu düzeye görece aşina oldukları için ilk onbire otomatik geçiş hakkı elde eden oyuncular. Bu sonuncusu kadronun rekabet düzeyini özetliyor olabilir.
Belki Türkiye ile oynadıkları o tuhaf hazırlık maçına denk gelmiş olanlarınız vardır, takım hakkında olumlu bir söz söylemek için gösterdiğim çabayı takdir edeceklerdir. İthal gençlerden (Green, Diskerud, Johannsson) biri şapkadan tavşan çıkarmazsa izlemesi zor bir takım olacak gibi duruyorlar. Klinsmann’ın ilk majör turnuvasının teması Götterdämmerung olabilir, yine de Löw ile tokalaşacakları anı merakla bekliyorum. Bir de, Kyle Beckerman is swag.
Gana hakkında söyleyecek yeni bir sözüm yok, dolayısıyla söyleyecek yeni bir sözü olmayan spor yazarlarına öykünerek ben de bir Football Against the Enemy alıntısı yapacağım. Birazdan… Tek bildiğim, Gana’nın bu gruptaki davalı olduğu. Tıpkı Josef K. gibi o da bu mahkeme salonunda bulunmak için ne suç işlediğini ya da kendisini nasıl savunacağını bilmiyor.
Sahadaki oyuncuları deşifre edip teknik görevlilere bildirmek gibi garip bir iş tanımıyla bulunduğu 1994 Dünya Kupası’nda televizyonun üstlendiği yeni role dikkat çekiyordu Simon Kuper. Bu sayede ortalama bir dünyalı o yaz altı Dünya Kupası maçı izlemiş, futbolun zirve organizasyonu Haiti, Rwanda ve Bangladeş’teki evlere ilk kez girmişti. Dünya Kupası dünya üzerindeki ülkeleri sıralamanın en iyi yoluydu. Hayatın bitmek bilmeyen bir mezalim halinde tüketildiği ülkeler bile televizyon sayesinde bu sıralamaya yeni bir biçimde dahil oluyordu. Kişi başına düşen milli hasılayı grafiklerle sunup da insanları ekran karşısında tutamazdınız, fakat futbol işe yarıyordu. Ve en güzeli de ABD kupaya ev sahipliği yaparken bile gülünç durumlara düşüyor, bir süper güç gibi görünmüyordu.
ABD hala herhangi bir futbol turnuvasını domine edebilecek güçte değil, fakat bu grupta Josef K. olmak yine Gana’nın tabağına düşüyor. Bir futbol turnuvası, bir direniş ya da daha küçük bir şeye kapılıp gözlerimizi bile isteye diğer yana çevirsek bile zamanın gerçekliği orada duruyor. Bir şeyi durmaksızın tekrarlamak, onu gerçeklik haline getirmeye yetmiyor. Takımları neredeyse içgüdüsel bir güç sıralamasıyla birbiri ardına eklemiştim. Son dört yılda her şeyi yanlış yapmış gibi gözüken ABD milli takımı, bu sıralamada son dört yılda her şeyi yanlış yapmış gibi gözüken son çeyrek finalist Gana milli takımının üzerinde konumlandı. Başka türlüsü de beklenemezdi.
Gerçekten Gana hakkında daha muteber yazarlara denk gelebilirsiniz. Serie A, Ligue 1 ya da Afrika Kupası izlemeyeli yıllar olmuş gibi. Kadroda yakından tanıdıklarım, genelde sempati beslediğim topçular. Geleneği devam ettirip ABD halkını bir kez daha üzebilirler. Bu durum uluslararası basında Schadenfreude sözcüğünü bir kez daha dolaşıma sokar. Alman dilini benzersiz kılan da bu, yalnızca o dilde bir karşılık bulunabileceğinde fikir birliğine varılan hislerin varlığı.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane