I. Gâlib
Geçti Gâlib Dede cândan yâhû
Surûrî
Asya bozkırlarının yabanî ahenkleriyle parlayan, dörtnal atlarla şahlanmış, İran medeniyetinin muhteşem vezinleriyle hemhâl olan Türkçe, kökleri İstanbul’un ezelî tarihine uzanan altın bir ağaç gibi rengarenk meyveler verir; Fuzûlî’nin muazzam dîvânı, Bâkî’nin kasvetli kasîdeleri, Nedîm’in terennüm ettiği şarkılar ve gazeller… XVIII. asır biterken sahneye Gâlib çıkar. Henüz yirmialtı yaşındayken belki de en ihtişamlı eserini yazar: Hüsn ü Aşk; eşsiz bir muhayyilenin ebedî ilhamıyla inşa edilmiş, mucizevî, esrarlı, kudretiyle bir lisana ses ve ifade karabilecek bir eser. Edebiyat, Hüsn ü Aşk’ın mısralarıyla kanatlanıp zirveye ulaşır. Metafizik bir seyahatin garip işaretleri, Gâlib’in resmettiği dehşetengiz manzaraların karanlıklarında bazen belli belirsiz ışıklarla, bazen muzaffer ateşlerle parlayıp söner. Buzlar saçan donmuş mehtablar, ateş denizlerinde yüzen mumdan gemiler, nakışlı kanatlarıyla uçuşan bin başlı ejderhalar… Gâlib, Hüsn ü Aşk’ın neşrini takiben şiire ara verip mevlevîhânede çileye soyunur. Üç sene çile çıkarır. Tekrar şiir yazmaya başlar. Henüz kırklarının başındayken vefat eder.
Gâlib, divan şiirinin son büyük üstadı. 1799 senesi yalnızca Gâlib’in vefatını değil, bir devrin nihayetini mühürlüyor. Bach’tan sonra Barok üslupla eser yazılmaz. Michelangelo kırk yaşına geldiğinde Rönesans devri bitmiştir. Gâlib de divan edebiyatının nihaî menzilidir.1
Yeni asır, yeni hayalleri müjdeler. Tanzimat’ın frankofon şairleri dudaklarında ciddiyet, zihinlerinde haysiyet, hayallerinde hürriyet ile şiirler yazarlar. Hâlâ divan edebiyatının hazinedarı olmalarına rağmen romantizmin manzaralarından ilhamla, ebedî bir davetin cihana yayılan sesleriyle konuşurlar. Batı Avrupa’nın ihtilal ateşleri Namık Kemal’in mısralarıyla İstanbul’a akseder. Artık sanat, istikbalin ışıklarıyla yıkanır. Şair patronajdan, edebiyat divandan ayrı düşer. Müstakbel felaketlerin, mahşerî harplerin, nefret nöbetleriyle patlak veren ihtilallerin arifesinde İstanbul, yeni edebiyatın yeşereceği, yeni seslerin yükseleceği bir menbaın altın mahfazasına benzer. Şehrin ufuklarında iki yıldız doğar: Baudelaire’den mülhem mısralarıyla Cenâb ve nesirle nazmın birbirine karıştığı şiirleriyle Fikret. Künyeleri iki kelimeyle hakkedilir: Yeni Edebiyat.2
II. Ars Nova
Bir devri lânetiyle boğan şair
Yahya Kemâl
Avrupa XIX. asır biterken cihan harbinin kurşunî çehresiyle gölgelenir. Enkaza benzeyen coğrafyalarda devrik krallar, parçalanmış tahtlar, milliyetçi vaazlar veren antropoloji kürsüleri, kolonizasyon katliamları, hümanist manifestolar, akademiler, fabrikalar, ticarethaneler ve birbirleriyle alakası olmayan, tasnif edilmemiş bir müze koleksiyonuna benzeyen yüzlerce fikir ve sima, farklı nağmelerden dökülen farklı seslerle bir kakofoni icra eder. Teknolojik terakki, devasa toplarla, krom tüfeklerle, madenî canavarlara benzeyen zırhlı tanklarla kıtayı baştan başa dolaşır. Cemiyetlerde mütemadiyen methedilen insan ve özne, yazılı tarihte ilk kez –ve yirminci asrın strüktüralistlerince tasfiye edileceği için son kez– felsefenin merkezine yerleşir. Felsefî, ictimaî, siyasî münakaşalar insanların boğazlandığı infiallere döner. Marx, Bakunin’e Das Kapital fırlatır. Proudhon komünistlerden nefret ettiğini söyler. İktidarlar muhaliflerin boynundaki zincirleri sıkmaya devam ederken Londra’da, Amsterdam’da, Paris’te tertiplenen anarşizm kongreleri, devlet memurlarının katline karar verir. Avrupa akkor haline gelmiş; etrafına çember çember yayılan bir yangın yerine benzer.
Çelik çığlıklarla feveran eden bu cehennemî devrin en ihtiraslı seslerinden biri İstanbul’a doğar: Tevfik Fikret. Anarşizmin tüm mevcudiyeti onun mısralarında hayat bulur. II. Abdülhamit’i hedefleyen suikast teşebbüsünü takiben kalemine sarılır: “Ey şanlı avcı, dâmını beyhûde kurmadın. Attın. Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!” II. Abdülhamit’in saltanatında şiirleri gizli gizli kopyalanıp pusulalarla elden ele dolaşır. İstibdat gider, İttihat gelir; Fikret yine katillerden, darbelerden, zulümlerden bahseder. Fikret her şeye karşıdır. Zafer alaylarını kanlı bayraklara ve ucubelere benzetir, mukaddes kitapların yarınlarda yırtılacağını müjdeler, Theos’a “riyâkâr, ceberrût ve meymenetsiz” diye hitap eder. Hatta Sis şiiriyle İstanbul’u ebediyen lanetler.
Tevfik Fikret, mânâ için ahengi bile ihmal ettiği şiirleriyle beşeriyete seslenir. Onun üslubu, kudretini, muhayyel bir ahenkten değil, Dünya’ya vaad edilmiş bir davetten alır. Nesre benzeyen nazmıyla İstanbul’da yeni edebiyatın ilk üstadlarından olur. Fakat şehir şairleri, bir başka Edebiyât-ı Cedîde üstadının, Cenâb Şahâbeddin’in peşine düşer.
Cenâb’ın empresyonist manzaralar resmeden mısraları, İstanbul akşamlarına rengarenk yıldızlarmışçasına açılır. Nerval, Baudelaire, Rimbaud ve Fransız sembolizminin mahir muharrirleri, şehrin şiir hayatını şeffaf tüllerle sarıp, afyonlu dumanlar halinde Boğaz sırtlarına çöker. Altın yıldızlar Haliç’e dökülür, camlara ateşten zambaklar açar, bütün şehir hayalî suların altındaymışçasına huşuyla sallanır.
III. Sanat Şahsî ve Muhteremdir
Ne Ronsard, ne Fuzûlî!
Huzûr’dan – Ahmet Hamdi Tanpınar
Artık İstanbul şairinin bir mizacı vardır. Ellerinde Fransızca mecmualar, dudaklarında Valéry’den, Mallarmé’den mısralar; Bâb-ı Âlî caddesinde, papazın çayırında, Moda sahilinde sohbet eder, kütüphaneleri ve matbaaları aşındırırlar. Herkes sonsuz bir hürriyetin rüzgarıyla kendi sesini arar. İstikbalin şafaklarıyla sarhoş olanlar, edebiyat cemiyetlerinde toplaşırlar. Muhtelif mecmualarda manifestolar neşredilir: Sanat şahsî ve muhteremdir.
Edebî hürriyet devri, mucizevî bir şairi, altın bir muhayyileyle taçlandırır: Âhmed Hâşim. Kudretli kalemiyle asırlara nam salacak bir dahi, şahsına münhasır bir üslubun garip terkipleri ve rengarenk kelimeleriyle muhteşem manzaralar resmeder. Göl Saatleri’nde esrarlı bir âlemin alametleri, sembolizmin muhayyel perdelerine akseder. Siyah kuşlar, parçalanmış bir çehreye benzeyen gurûb ışıklarıyla beslenerek kızıl kamışlara ve yakut sulara konarlar; göl kenarlarına dizilmiş hayalî leylekler, mehtabın efsunuyla uçarlar; derin sularda yıldızları avlayan kuşlar, geniş kanatlarıyla ebediyete varırlar.
Hâşim, Bir Günün Sonunda Arzû’yla mânânın kafesinden ve kelimelerin esaretinden tamamen kurtulur. Artık Hâşim’in şiiri, tılsımlı bir kavise benzeyen semanın derinliklerinde akşam sesleriyle uğuldayan bir nağmeye benzer. Mânâyı terk etmek istemeyen muhafazakâr şairlerin tenkitlerine, şiir hakkında mülahazalarıyla cevap verir:
Âhenk endişeleri arasında mânâ küsûfa uğrarsa, rûh, onu âhengin lezzetiyle telâfi eder. Esâsen mânâ, âhengin telkînâtından başka nedir? Şiirde mevzu, şair için ancak terennüm ve tahayyüle bir vesîledir. Sıkı bir defne ormanının ortasına bırakılan bal dolu bir fağfur kavanoz gibi, mânâ, şiirin yaprakları arasında gizlenerek her göze görünmez ve yalnızca hayâl ve kelime kāfilelerini, vızıltılı arılar gibi hâricen etrâfında uçuşturur. Fağfur kavanozu görmeyen kāri, bu arıların kanat mûsıkîsini işitmekle zevk alır. Zîrâ kırmızı çiçekli siyâh defne ormanının bütün sırrı bu gümüş kanatların sesindedir. (…) Şairin lisânı… mûsıkîyle söz arasında, sözden ziyâde mûsıkîye yakın bir lisândır. (…) Ne şair şiiri, ne sanatkâr sanatı tefsir ve îzâh edemez. (…) Üslûpta köreltici bir sarâhat, muhayyileye yapacak hiçbir şey bırakmaz; o zaman sanatkâr, en kıymetli müttefiki olan kāriin rûhundan gelecek yardımı kaybetmiş olur. (…) Muhayyile, yarasa kuşu gibi, ancak şiirin nîm karanlığında pervâz edebilir. Harâbelerin, uzaktan gelen seslerin, nâ-tamâm resimlerin, kaba yontulmuş heykellerin güzelliği hep bundandır. Hiçbir çehre hayâlde göründüğü kadar hakîkatte güzel değildir.
Bir şiirin mânâsı, diğer bir mânâ olmaya müsait oldukça, her okuyan ona kendi hayâtının da mânâsını izâfe eder ve bu sûretle şiir, şairlerle insanlar arasında müşterek bir teessür lisânı olur. (…) Mahdût ve münferit bir mânânın çemberi içinde sıkışıp kalan şiir, hudûdu, beşerî teessürâtın mahşerini çeviren o mübhem ve seyyâl şiirin yanında nedir?
Monarşi’nin mânâ muhafızları, Meşrutiyet’in harb şairleri, dil devriminin tumturaklı kalemşörleri, Hâşim’e asla sirayet edemez. Âhmed Hâşim kendi lisanının mürekkebiyle yazdığı şaheserlerle, Rûhum, O Belde, Aks-i Sadâ şiirleriyle Türkçe’ye yeni zirveler bahşeder. Tanpınar’ın kalemiyle Hâşim’de şiir, kaybolmuş, ibtidaî bir tabiat dininin dağınık parçalarına benzer. Harb dumanlarına, devrim nutuklarına, diktatüre matbaalarına lakayıt, etrafında yıkılan dünyanın siyasî seyrini merak etmeksizin, garip bir mûsıkîyi mırıldanarak, gayr-ı dünyevî âlemlerin ışıklarıyla parlayan ve yalnızca kendi akisleriyle mest olan bir yıldız gibi kendi etrafında dönmeye devam eder.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane