Çocukların bir idole, büyüklerin ise umuda ihtiyacı var, bu yüzden de hayatındaki yanlışlara kulaklarımızı tıkadık, işinin ehli yazarların bize sunduğu ikon olarak tanıdık Oscar’ı demişti İnan dünkü yazısında. Ama bir gün geldi, Oscar’ın başarı hikayesinde hiçbir yere konulamayacak bir cinayet oldu. Bu sefer de işin magazin tarafına yönelip, hayalkırıklığımızı böyle kapattık. Öldürülen kadının ismini bile hatırlamazken, poster çocuğunun çöküşünü izledik.
Birkaç gün önce başka bir çocukluk idolü, Şeytan Rıdvan’ın taraftarlara ettiği lafları dinledim. Onun da son yıllarına bakıldığında aslında bu konuşmanın sürpriz olmadığını biliyordum. Fakat o ters bir şey yaptığında, çocukluğumdaki beni hayalkırıklığına uğratmamak için görmezden geldim. Onu dinlerken, iki sene önce yine Rıdvan televizyonda konuştuğunda Fenerbahçe tribünlerinden birinin sus artık n’olur diye yalvardığını hatırladım. Sonra hapisten yeni çıkan Fenerbahçe başkanının ilk konuk olduğu programda Rıdvan’ın yanında oturduğunu, ona doğru düzgün bir soru bile soramadığını hatırladım. Daha da geriye gittim, milyonlarım olacağına Fenerbahçeli Rıdvan olarak ölmeyi dilerim diyen genç adamı hatırladım. Tam o sırada, dil ucuyla bile bir kere ailesinden başsağlığı dilemediği çocuğun adını bağıran, ülkenin deplasmanda evinde en yüksek bilet ücretini ödeyen, cebinden para çalındıysa bunun hesabını sormak isteyen taraftarlarına vefasız, saygısız dediğini duydum. Küfür etmedim, çocukluk evimde, duvardaki posteri düşündüm. O posterdeki ikonun çöküşünü gördüm. Aslında her şeyi bildiğim halde nasıl kalbimin bu kadar kırıldığını anlayamadım ama sonra İnan’dan Oscar’ın hikayesini okudum.
Hayalkırıklıkları çok olsa da, insan olaylara anlam yüklemeyi, kişileri umut sembolü olarak görmeyi bırakamadı. İletişim imkanları arttığından beri dünyanın dört bir tarafındaki sorunları dert ederken, cesaretlendirecek insanları da artık sınır ötesinden seçme şansı doğdu. Son bir iki günde okuduklarım gördüklerim bu yazının girişini değiştirdi ama asıl konu Southampton futbolcusu Victor Wanyama olarak kaldı. Wanyama 2012’de oynanan Celtic – Barcelona karşılaşması ve sonrasında benim gözümde, uzak diyarlardan gelen, sahadaki umut oldu.1
Celtic Park’ta maç öncesi Celtic’in 125. yılını kutlamak için yapılan muhteşem bir taraftar gösterisiyle başlayan karşılaşmanın 30. dakikasına gelirken Wanyama arka direkte kornerden gelen topa kafayı vurmuş ve ağlara göndermişti. Sunucu onun Şampiyonlar Ligi’nde gol atan ilk Kenyalı futbolcu olduğunu söylerken ben evde sevinçten havalara uçmuştum. O beni hiç tanımıyordu, tanımayacaktı ama ben Wanyama’yla tuhaf bir bağ kurmuştum. Sahadaki umudumdu, sanki benim mahallemden çıkmış da Barcelona’ya gol atmıştı. Artık bana sunulacak işinin ehli yazarlar tarafından hazırlanmış her türlü başarı hikayesine hazırdım. Maçtan sonra röportaja geldiğinde Wanyama’ya ne hissettiği sorulmuştu. “Size bunu anlatmam imkansız, bu takımı burada yenmek, hem de gol atmak hayallerimin de ötesinde” demişti. Futbolcular bunları bazen mecburiyetten de söylüyorlar fakat Wanyama öyle değildi. Gözlerinin içi gülüyor, sesi titriyordu. O günden sonra onun hakkında çıkan her röportajı, yazıyı takip etmeye çalıştım.
Kenya’da herkes futbolu seviyor gibiydi, ama birçok insan da tek kurtuluş yolu olarak görüyordu. Afrika’dan onbinlerce çocuk Avrupa takımlarında oynamak vaadiyle menajerler tarafından kandırılıyor, ellerinde ne var ne yok ödemeleri isteniyor, pasaportsuz, beş kuruşları olmadan Fas, Fransa, İtalya gibi ülkelerde terk ediliyorlardı. Bundan sonra “illegal” olduklarından aklınıza gelebilecek en kötü işlerde çalışmaya zorlanıyorlardı. Wanyama bunları yaşamamıştı. O kadar trajedinin içinden doğan bir umuttu. Victor Wanyama’nın hikayesinin temeli işte bu yüzden sağlamdı.
Celtic’te daha önce kimsenin giymediği 67 numarayı seçmişti. Sebebi de taraftarın Celtic’in en güzel zamanı olarak andığı 1967’de Lizbon’da kazanılan Avrupa Kupası’ydı. Takıma ilk geldiği gün bu sözleri sarf etmesi onu daha oynamadan kahraman yapmıştı.
Tabii ki Celtic’e kadar gelişi de kolay olmamıştı. Önce Kenya Premier ligi takımlarından Nairobi City Stars’ın, sonra çocukluk takımım dediği Leopards’ın genç takımına gitmişti. Avrupa yolculuğunun ilk durağı İsveç’te abisi McDonald Mariga Wanyama’nın oynadığı Helsingborg olmuştu. Fakat abisi Parma’ya transfer olunca bir süreliğine Kenya’ya dönmek zorunda kalmıştı. İlk uzun, kişisel röportajında buraları anlatırken, ısrarla ailesini, geçirdiği zorlukları anlatması istenmişti. Wanyama o zaman orta seviye bir aileden geldiğini, Kenya’daki birçok çocuğa göre iyi şartlarda yetiştiğini söylemişti. Bu prim yapmamış olacak ki son zamanlarda toprak sahalarda nasıl zorluklarla futbol oynadığı konuşulur oldu. Wanyama’nın bütün ailesi sporcuydu. Babası Noah, Kenya milli takımının eski futbolcularındandı. Abisi Mariga Parma’dan Inter’e geçtiğinde Şampiyonlar Ligi’nde oynayan ilk Kenyalı futbolcu olacaktı, erkek kardeşleri Thomas ve Sylvester Kenya’da genç takımlarda futbol oynuyorlardı, kız kardeşi ise aldığı bursla Kaliforniya’da basketbol ve eğitim hayatına devam ediyordu.
Wanyama’nın Helsingborg’dan Kenya’ya mecburi dönüşü kısa sürüyor ve Belçika takımı Beerschot’la sözleşme imzalıyordu. Wanyama daha önce Anderlecht tarafından denendiğini ama beğenilmediğini, ilk profesyonel maçını da Anderlecht’e karşı Beerschot formasıyla oynadığını her fırsatta anlatıyordu. O maçta 73. dakikada oyuna giriyor, 15 dakika sonrasında yaptığı sert bir faul sonrası kırmızı kart görüp oyundan çıkıyordu. Aslında bu maçtan önce iki maça daha çıkmasına rağmen ilk maç olarak bütün röportajlarda ve yazılarda bu karşılaşma geçiyordu çünkü bu Wanyama’nın kariyer başlangıcı hikayesini çok güzel süslüyordu. Wanyama bu maçtan sonra Belçika’da üç yıl geçirip, Celtic’e transfer oluyordu.
Celtic’teyken yapılan bir röportajda Essien’i idol olarak gördüğünü, onun gibi bir futbolcu olmak istediğini söylemişti. Wanyama, Essien olmaya çalışırken, Kenya’daki çocukların yeni idolü, onu idol olarak gören çocukların ailelerinin hayata tutunmaya dair umudu olmuştu. Bu arada Celtic taraftarları da onu kahraman olarak görmüş ve onun için özel besteler yapmıştı. Aynı röportajda Wanyama’ya, kendilerine Thai Tims adını veren, Tayland’da Down sendromlu çocukların gelişimi için kurulmuş bir okulun öğrencilerinin, Celtic formalarıyla Wanyama için söyledikleri şarkı dinletilmişti. Taylandlı çocuklar Aslan Kral filmiyle ünlü olan, Kenya’nın en büyük turist etkileme yöntemi olarak kullanılan Hakuna Matata’yı2 Wanyama için söylemişlerdi. Röportajın devamında Wanyama’nın dünya çocukları için idol haline geldiği, bunun hakkında ne düşündüğü de sorulmuştu. Wanyama, belki ileride değişecek olsa da, her zamanki mahcup haliyle bu kadar övgüden rahatsız olduğunu konuşmasıyla belli etmiş, sadece “çok güzel bir şey” diyebilmişti. O anda hedefinin bu olmadığı, onun sadece kendi hayallerini gerçekleştirmeye çalıştığı açıkça görülüyordu.
Ben bunun üstüne hemen Thai Tims’i ve neden Wanyama için Celtic formasıyla şarkı söylediklerini araştırdım. Asıl kahramanın Wanyama değil de, 19 yaşında, düşlerinde özgür dünya, sırtında insanlığa olan umuduyla üç aylığına Tayland’daki bu okulda gönüllü çalışan Reamonn Gormley olduğunu bulmak zor olmadı. Reamonn hem Celtic taraftarıydı hem de Celtic genç takımında futbol oynuyordu. Thai Tims çocuklarına da İngilizce’yi şarkı söyleyerek öğretmeye çalışıyordu. Celtic taraftarlarını, Green Brigade’i bilenlerin tahmin edebileceği gibi seçtiği şarkılar Celtic tribünlerindendi. Hatta ilk olarak da 2009’dan itibaren Celtic tribünlerinin vazgeçilmezi olan “Just Can’t Get Enough”ı öğretmişti. Reamonn, Tayland’daki bu okulda en uzun kalan Avrupalı gönüllü olduğundan oradaki öğretmenler ve öğrenciler tarafından çok sevilmiş ama üç ay sonunda ülkesine dönmek zorunda kalmıştı.
Reamonn, 1 Şubat 2011’de, Glasgow’a 15 dakikalık mesafede olan Blantyre’de, arkadaşlarıyla bir barda Celtic maçını izledikten sonra evine dönerken iki kişi yolunu kesip parasını istiyordu. Reamonn parasını vermek istemeyince kavga çıkıyor ve üç yerinden bıçaklanıyordu. 19 yaşında, kuytu bir sokağın köşesinde, gece karanlığında Reamonn’ın hikayesi bitiyordu. Wanyama’nın kendinden sadece 10 gün küçük olan Reamonn’la olan hikayesi de bugünden sonra kesişiyordu. Thai Tims çocukları asıl kahramanları olan Reamonn için, onun takımıyla ve sevdiği futbolcularla ilgili şarkılar söyleyip, yayınlıyorlardı. Bulundukları okula da Reamonn adı verilen bir spor salonu açılıyordu. Birkaç ay sonra Celtic kulübü Thai Tims’i İskoçya’ya, Celtic Park’a davet ediyor, Reamonn için stadyumda düzenlenen seremonide, çoğu ilk defa uçağa binen, başka bir ülkeye gelen bu çocuklar asıl kahramanlarının onlara öğrettiği şarkıları söylüyordu.
Victor Wanyama ise 2013 yazında, bu senenin benim için önemli ama aslında çok da sıradan olan bir spor olayının baş karakteri olacaktı. Southampton’la sözleşme imzalayarak, üç sene önce abisinin Manchester City ile anlaşmak üzereyken çalışma izni sorunları yüzünden yapamadığını yapacak ve İngiltere Premier Lig’de oynayan ilk Kenyalı ve Doğu Afrikalı futbolcu unvanını alacaktı. En büyük hayalim dediği Manchester United’a da bir adım daha yaklaşacaktı.
Wanyama ve Southampton sezona iyi başladı, çok alakalı mı bilmiyorum ama onun sakat olduğu son haftalarda takımda bir düşüş var. İki maçlarına denk geldim, gözlerim sahada onu takip ediyordu. Wanyama’nın ortalıkta dolanan hikayesi abartılı, eklemeli mühim değil. İçten içe 19 yaşında başladığı Celtic’le olan hikayesini de yarım bıraktığı için az da olsa kızgınım ama o da önemsiz. Celticli Victor Wanyama olarak anılacağına, isterse milyonlar kazansın veya şımarsın ama Reamonn, Ali İsmail gibi hayalleri yarım kalmayan, yaşamaya devam eden diğer 19 yaşındakilerin umudu olarak kalsın yeter. O zaman, ben de onu sahada gördüğümde heyecanlanır, onunla sevinir, saçma bir şey yaptığında onun yerine utanırım. Hatta Thai Tims çocukları gibi onun için şarkı bile söylerim.
Victor Wanyama varsa, hakuna matata!
Mutlu, umut dolu bir yıl olsun.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane