Sarıkafa’nın
Üçüncü Şansı
Pastoral Amerika’nın merkez konferansında bir-büyük-koç
Cem Pekdoğru • @pekdogru
I
Sarıkafa sayesinde, mahalle, kendisi ve dünyaya ilişkin bir fantezinin içine girdi, her yerdeki sporsever taraftarların fantezisi: Neredeyse Yahudi olmayanlar gibi, ailelerimiz işlerin nasıl yürüdüğünü unutabilir ve bir sporcunun performansını bütün umutlarının kaynağı haline getirebilirlerdi. En başta, savaşı unutabilirlerdi.
Sarıkafa.#2008’de Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan çeviride imzası bulunan Orhan Yılmaz’ın “Swede” için önerdiği karşılık bu olmuş.Savaş yılları boyunca, ben henüz ilköğretim okuluna giderken, bizim Newark yöresinde büyülü bir isimdi bu, şehrin eski Prince Caddesi gettosundan taşınalı daha bir kuşak geçmiş olan ve henüz lise çağındaki bir sporcunun muazzam yeteneği karşısında şaşkına dönecek kadar kusursuz biçimde Amerikanlaştırılmamış yetişkinler için bile. İsim büyülüydü; ayrıksı suratı da öyleydi. Ağırlıklı olarak Yahudilerin eğitim gördüğü bizim devlet lisesindeki birkaç açık tenli Yahudi öğrenciden hiçbiri, kabilemize Seymour Irving Levov olarak doğan bu mavi gözlü sarışının sivri çeneli, duygusuz Viking maskesiyle uzaktan yakından ilgisi bulunan bir yüze sahip değildi.
Sarıkafa’nın yıldızı, Amerikan futbolunda end, basketbolda pivot, beyzbolda da birinci kale bekçisi olarak parladı. Sadece basketbol takımı –Sarıkafa en çok sayı yapan oyuncusuyken şehir şampiyonasını iki kez kazanarak– daha önce görülmedik bir başarı kazanmıştı, ama Sarıkafa üstünlük sağladığı sürece, eğitim düzeyi büyük ölçüde düşük, fazla sorumluluk yüklenmiş, akademik başarıya her şeyden öte saygı besleyen büyüklere sahip olan bir öğrenci kitlesi için pek de önemi yoktu spor takımlarımızın kaderinin. Fiziksel saldırganlık, sporcu formaları ve resmi formalarla kamufle edilse ve Yahudilere zarar vermek niyetinde olmasa bile, bizim topluluğumuzda geleneksel bir haz kaynağı değildi – ileri akademik dereceler ise öyleydi. Her şeye karşın, Sarıkafa sayesinde, mahalle, kendisi ve dünyaya ilişkin bir fantezinin içine girdi, her yerdeki sporsever taraftarların fantezisi: Neredeyse Yahudi olmayanlar gibi (Yahudi olmayanları hayal ettikleri için), ailelerimiz işlerin nasıl yürüdüğünü unutabilir ve bir sporcunun performansını bütün umutlarının kaynağı haline getirebilirlerdi. En başta, savaşı unutabilirlerdi.
Sarıkafa Levov’un Weequahic Yahudilerinin hane halkından bir Apollon olarak yükselişi, sanırım, en iyi şekilde, Almanlara ve Japonlara karşı savaşla ve bunun beslediği korkuyla açıklanabilir. Oyun sahasının yılmaz Sarıkafası ile birlikte, yaşamın anlamsız yüzü, oğullarını, kardeşlerini ya da kocalarını bir daha hiç görememe korkusu içinde yaşayanlar için, tuhaf, yanılsamalı türden bir dayanak, Sarıkafavari masumiyete dalarak mutlu bir rahatlama sağlıyordu.
Peki bu –bertaraf ettiği her hukşatın, sıçrayarak yakaladığı her pasın, sol saha hattından iki sayılık atış için yaptığı her alçak vuruşun yüceltilmesi, kutsallaştırılması– onu nasıl etkiledi? Onu böylesine ciddi ve taş suratlı bir çocuk yapan şey bu mudur? Yoksa bütün topluluğun sevgiyle kepçe kepçe doldurduğu narsisizmi kontrol altında tutmak için verdiği ateşli iç mücadele, görünüşe bakılırsa olgun bir ağırbaşlılık şeklinde mi yansıyordu dışarıya? Lise amigolarının Sarıkafa için yaptıkları bir tezahürat vardı. Bütün takıma ilham vermek ya da seyircileri harekete geçirmek niyetiyle yapılan diğer tezahüratların aksine, bu sadece Sarıkafa için ayaklar yere vurularak yapılan, ritmik bir takdir gösterisi, onun su katılmamış ve utançsız mükemmelliği şerefine sergilenen coşkuydu. Tezahürat, basketbol maçlarında onun her ribaund alışında ya da sayı yapışında spor salonunu sallıyordu, Amerikan futbolunda topu ne zaman bir metre kadar taşısa ya da bir pası kesse Şehir Stadyumu’nun bizim oturduğumuz tarafını süpürüp geçerdi.
Kenarlarda hevesle dizleri üstüne çöken bir amigo ekibinin bulunmadığı, Irvington Park’ta ev sahipliği yapılan, az kişinin izlediği beyzbol maçlarında bile, Sarıkafa sadece topa vurmak için yükseldiğinde değil, aynı zamanda birinci kalede rutin olarak oyun dışı bırakılmaktan başka bir şey yapmadığı zaman bile, ahşap tribündeki bir avuç vefakar Weequahic taraftarının bu tekerlemeyi zayıf bir şekilde söylediğini duyabilirdiniz. Bu sekiz heceden oluşan bir tekerlemeydi, bunların üçü onun adıydı ve Hey hey-hey! Hey hey hey... hey-hey! diye devam ediyordu ve tempo, özellikle futbol maçlarında, her yinelenişte hızlanıyordu, ta ki çılgın tapınmanın zirvesinde, etekleri şişiren bir yan takla patlaması kendinden geçmiş bir şekilde boşalıp, on gürbüz küçük amigonun turuncu renkli bol şortları hayretler içindeki gözlerimizin önünde havai fişekler gibi alev alev yanana kadar... ve sana ya da bana olan sevgi uğruna değil de, harika Sarıkafa uğruna. “Sarıkafa Levov! Seni seviyoruz!.. Sarıkafa Levov! Seni seviyoruz! Sarıkafa Levov! Seni seviyoruz!”
Evet, nereye baksa, insanlar ona aşıktılar. Biz çocukların sürekli rahatsız ettiğimiz şekerci dükkanı sahipleri, geri kalanımıza şöyle sesleniyorlardı: “Hey-sen-dur!” veya “Bırak-onu-çocuk!”; ona ise, saygıyla, “Sarıkafa” diye sesleniyorlardı. Ana babalar gülümsüyor, ona yumuşak bir tavırla, “Seymour” diye hitap ediyorlardı. Sokakta yanlarından geçtiği, gevezelik eden kızlar dikkat çeken bir sevinç ve heyecanla çılgına dönerlerdi, en cesuru ise onun ardından, “Geri gel, geri gel, Levov hayatım!” diye bağırırdı. Ve o buna izin verirdi, bütün bu sevginin sahibi olarak, sanki hiçbir şey hissetmiyormuş gibi görünerek mahallede dolaşırdı. Topyekün, eleştirellikten uzak, tapınırcasına bir yaltaklanmanın üzerimizdeki değer artırıcı etkisi konusunda geri kalanımızın sahip olabileceği herhangi bir hayalin aksine, Sarıkafa’ya dayatılan sevgi gerçekten de onu duygudan yoksun bırakmışa benziyordu. Çoğu kimse tarafından bir umut simgesi olarak –lisemizin neferlerini Midway, Salerno, Cherbourg, Solomons, Aleutians, Tarawa’dan sağ salim eve döndürmeyi başaracak gücün, azmin ve teşvik edilen yiğitliğin canlı örneği olarak– kucaklanan bu çocukta, sorumluluğa karşı altın değerindeki tanrı vergisi yeteneğini engelleyecek espritüelliğin ya da ironinin zerresi yoktu sanki.
Ancak, ironi bir insan tesellisi olduğundan ve bir tanrı gibi tuttuğunuzu kopardığınızda mesele olmaktan çıktığından, espritüellik ya da ironi, Sarıkafa gibi bir çocuğun ilerlemesinin önündeki engel gibidir. Ya kişiliğinde bastırmakta olduğu sağlam bir yön vardı, ya bu yönü henüz uykudaydı ya da, daha büyük olasılıkla, öyle bir şey yoktu. Bütün bu aseksüel sevişmenin arzu nesnesi olarak, onun kayıtsızlığı, görünürdeki edilgenliği, tanrısal değilse de, hemen hemen okuldaki başka herkesin daha temel insanlığının üzerinde ayrıcalıklı bir tür gibi gösteriyordu onu. Eli ayağı tarihe bağlıydı, tarihin bir aracıydı, Weequahic basketbol takımı rekorunu –Barringer’e karşı yirmi yedi sayı yaparak– elli sekiz Flying Fortress ağır bombardıman uçağının Luftwaffe avcı uçakları tarafından düşürüldüğü, ikisinin uçaksavar ateşinin kurbanı olduğu, beş tanesinin de Almanya’yı bombalayıp dönüşte İngiltere kıyılarından geçtikten sonra düştüğü 1943 yılındaki çok ama çok üzücü günden başka bir günde kırmış olsaydı asla göremeyeceği bir tutku gösteriliyordu ona.
II
Sekizinci sınıfa giderken basketbol ve futbol yetenekleriyle ismi komşu eyaletlere yayılmış, daha 15 yaşında smaç vurabilen bir guard ve çift tehditli bir quarterback olan bu küçük tanrıyı görebilmek için her hafta Hoiberg’ün ortaokulunun küçük salonunu dolduran Ames sakinlerinin ilgisi nedeniyle maçlar şehrin lise salonuna alınmıştı.
Philip Roth’un on bir yıllık bir aranın ardından en sevdiği alter egosuna dönüş yaptığı romanı Pastoral Amerika böyle açılıyordu. Bir romana başlamak için en kötü yerdeydim. Pastoral Amerika’dan yirmi yıl ve binlerce kilometre uzakta olmakla birlikte, ikinci sınıf bir havaalanındaki bir Starbucks dükkanındaydım. Çaresizlik ve yalnızlık kafa kafaya vermiş, bana bunu da yapmıştı. En azından el bagajımdaki kitabın kötü yeşil kapağını açabilir, çok iyi tanıdığımı düşündüğüm bir protagonistin anlatacağı bir hikayeye kulak verebilirdim. Ne var ki, sayfaları çevirmeye başladıkça çaresizlik ve yalnızlık daha da güçlenecekti. Nathan Zuckerman, çocukluk kahramanı olarak bu kadar Amerikan bir All-American seçmiş olamazdı: “Sarıkafa Levov’un yaşamı, bildiğim kadarıyla, basitin basiti, sıradanın sıradanı ve dolayısıyla da, tam da Amerikan ruhuna uygun olarak, harikaydı.”
Roth’un birçok romanı gibi, bunun da açık otobiyografik referanslar taşıdığını biliyordum. Roth’un mezun olduğu Weequahic High’da gerçekten de “Swede” adıyla anılan bir basketbol, futbol, beyzbol ve fiziksel saldırganlık tanrısı olması şaşırtıcı değildi.#Seymour ‘Swede’ Masin: https://www.facebook.com/SWEDE-Weequahics-Gentle-Giant-Book-83462076388/Aşağı yukarı her Amerikan kasabası, sizi ilk olarak bu genç spor kahramanlarıyla karşılar. Farklı olarak, bir zamanlar Swede’in hükmettiği New Jersey’den Ortabatı eyaletlerine doğru ilerlediğinizde basketbolun etrafındaki kutsal hale kalınlaşır, hikayeler de derinleşir. Bir roman yazmak için dümeni önce Atina’ya, sonra İstanbul’a kıran Justin, çocukluk yıllarında ulusal medyada yaşadığı yerden bahsedildiğine neredeyse hiç denk gelmediğini söylemişti. Arada sırada bir istisna olur ve gerçekten trajik bir ölüm haberiyle gazetelerin üçüncü sayfalarını görebilirdi Indiana’nın kuzeybatısındaki Valparaiso. Ama o haberde bile kahraman, genellikle, Valparaiso’da doğmuş, büyümüş, yaşlanmış ve trajik bir ölüme konu olmuş bir çiftçi olurdu. Valparaiso’nun gerçekten var olduğuna ikna olmuş, ancak Valparaiso’da başlayan bir hayatın anlama kavuşturulması imkansız bir hayat olduğunu tekzip eden hiçbir gazete ya da televizyon haberine rastlamamıştı. Ta ki babasının öğrencilerinden biri olan Bryce Drew’un şutuna kadar.#Amerika’nın herhangi bir yerinde “The Shot” dediğinizde insanlar 1989’a dönecek, size Craig Ehlo’nun şu anda ne yaptığını soracaktır. Valparaiso’da değil.Şutun şöhreti sayesinde Drew okul tarihinin ilk birinci tur seçimi olma onuruyla birlikte NBA ülkesinin yolunu tutmuştu. Valpo’dan çıkıp da “büyük adam” olunabileceğini Justin gibileri ilk kez o şut anında görmüş, ardından buldukları ilk fırsatta da kasabayı terk etmişlerdi. Tüm bu çocuklara ilham veren genç adamın kendisinin, beklentiler altında kalan profesyonel kariyerini bitirdiği gibi asistan koç olarak Valparaiso kampüsüne geri dönmesi bize ne söylüyor? Hayatın acemi yazarların acemi kurgularındaki kadar basit olmadığını mı?
Bryce Drew, o genç adamdı. Tıpkı “Swede” Masin/Levov ve Fred Hoiberg gibi. Drew ile Hoiberg, 2000-01 sezonunda felaket bir Chicago Bulls kadrosunda buluşmuşlardı. O sene taraftarların en büyük ümidi, Marcus Fizer’ın herhangi bir güvenilirliği ya da saygınlığı olmayan koç Tim Floyd’un inandığı üzere bir süperyıldız kumaşını haiz olmasıydı. Fizer, Floyd’un Bulls’un başına geçmeden önce koçluk yaptığı Iowa State’te sahip olduğu son yıldızdı ve bu bağlantı işleri daha da güvenilmez kılıyordu. Dördüncü sıradan Fizer’ı seçerek handiyse borcunu ödüyordu Floyd. Bununla da yetinmeyecekti; anlaşılan, Pacers’taki ilk dört yılında beklentileri karşılayamamış bir başka Iowa State çıkışlı oyuncu olan Hoiberg’e de ödeyecek bir borcu vardı. O sırada Boston’da Rick Pitino’nun tarafsızlığına inananların sayısı bile daha fazla olmalıydı.
Floyd, Hoiberg’ün senior sezonunda şehre gelen yeni koçtu. Bulls taraftarları şüphelerinde haklıydı, sadece koçluk yapmasına göz yumduğu için bile ödeyecek bir borcu vardı Hoiberg’e. Hikaye şuydu: Sekizinci sınıfa giderken basketbol ve futbol yetenekleriyle ismi komşu eyaletlere yayılmış, daha 15 yaşında smaç vurabilen bir guard ve çift tehditli bir quarterback olan bu küçük tanrıyı görebilmek için her hafta Hoiberg’ün ortaokulunun küçük salonunu dolduran Ames sakinlerinin ilgisi nedeniyle maçlar şehrin lise salonuna alınmıştı. Sene sonunda o salonun gerçek sahibi Ames High’a kayıt yaptırdı ve dört sene boyunca şehirdeki hiç kimseyi hayal kırıklığına uğratmadı. 1991’de lisesine tarihinin ilk eyalet şampiyonluğunu kazandırdı. O turnuvada Hoiberg’ü izlediğinde Iowa State koçu Johnny Orr, Big Ten’in prestijli okulunda 10 yılı devirmişti. 1986’da ülkenin 5 numarası Michigan’ı geçip Sweet Sixteen’e çıktığında en az 10 yılı daha garanti altına alacak bir krediye hak kazanmıştı. Birçoklarına göre, Hilton sihrini yaratan isimdi Orr. Ancak karşısındaki yerel yeteneği elinden kaçırdığı takdirde Hilton Coliseum’ın sadık taraftarlarıyla arasının bozulacağını o da biliyordu. En büyük rakibi ise Hoiberg’ün dedesinin bir zamanlar basketbol takımını çalıştırdığı Nebraska’ydı. Nebraska futbol takımının koçu, Hoiberg’de özel bir quarterback hamuru görüyordu. Lute Olson ise Arizona’daki yeni Steve Kerr olmayı öneriyordu yaşından da küçük gösteren bu sarışına.
Valparaiso’da “The Shot” dediğinizde hiç kimsenin Michael Jordan’ı düşünmeyecek olması gibi, Ames’te de “The Decision” dediğinizde insanların Hoiberg ve 1991 yazını anlatmaları sizi şaşırtmamalı. Nebraska’da köklerini aramak yerine, şehrin en popüleri olmayı seçti Hoiberg. Öyle ki, ertesi yıl Ames’te yapılan belediye seçimlerinde birçok zarftan Fred Hoiberg ismi çıkınca fiyakalı bir lakap kazanacaktı: The Mayor of Ames. Ames’in yasal belediye başkanları, Hoiberg sayesinde ülkenin en meşhur belediye başkanları arasına girdiler. 1995’te en sevdiği çocuğunu All-American yapmak için seferber olan şehirde bir destek videosu hazırlandığında ya da yıllar sonra ESPN ekibi şehirde misafir edildiğinde ilk durak belediye binası oluyordu.
III
Nathan Zuckerman’ın tasvir ettiği depresif 45. Weequahic Mezunlar Toplantısı’nın tam aksinde duruyordu The Mayor’ın eve dönüşleri. Sarsılan özgüvenini tazelemek için çalacak daha iyi bir kapı bulabilir miydi?
Indiana ve Chicago’da iz bırakmayı başaramayan Fred Hoiberg, 2003 yazında Flip Saunders tarafından Minnesota’ya gelip Kevin Garnett’in tebaasına katılmaya ikna edildi. İddialı bir takımda doğru bir role kavuşmak için sekiz sene beklemesi gerekmişti ama sonunda o şansı avucunun içinde bulmuştu. İlk beşteki Trenton Hassell ile dakikaları paylaşıyor, maç başına 23 dakikaya %44 ile bir üçlük isabeti sığdırıyordu. Ancak konferans finallerinde herkes gibi rakibin genç şutörünün gösterisini izlemek zorunda kalacaktı. Kareem Rush serinin altıncı maçında 6/7 ile üçlük atmış, Hoiberg ve Minnesota’yı uçurumdan aşağı yuvarlamıştı.
Hoiberg bir sene sonra yayın gerisinden bu kez %48 ile isabet buldu ve bu alanda ligin en iyisi olmasına rağmen üç sayı yarışmasına davet edilmeyen ilk oyuncu olarak NBA tarihine geçti. Fakat sezonun bitimiyle birlikte bir aortik anevrizma teşhisi, aktif kariyerine nokta koyacaktı. 2005’in Haziran ayındaki ameliyatından sonra parkeye geri dönebileceğine inanıyordu, 2006 baharında pes etti. Minnesota ve Saunders ise, halen, o gün çok yaklaştıkları zirveye ulaşmak için yeni bir formül arayışındalar.#Saunders bugünlerde Hodgkin Lenfoma ile savaşını sürdürüyor. Önceleri sezon bitmeden takıma geri döneceği senaryolar konuşulurken, yakın zamanda hastalığın olağandan daha hızlı ilerlediği yönünde haberler gelmeye başladı ne yazık ki.
Basketbolu bıraktığını açıklamadan hemen önce Hoiberg, okuluna sürpriz bir ziyarette bulundu. Nathan Zuckerman’ın tasvir ettiği depresif 45. Weequahic Mezunlar Toplantısı’nın tam aksinde duruyordu The Mayor’ın eve dönüşleri. Sarsılan özgüvenini tazelemek için çalacak daha iyi bir kapı bulabilir miydi? Kapıyı açan, Iowa State’in çiçeği burnunda atletik direktörü Jamie Pollard oldu. Pollard, görevdeki ilk yılında sezon öncesi anketlerde 25. sırada yer alan takımın felaket performansıyla sarsılmıştı. Curtis Stinson ve Will Blalock gibi önemli kolej oyuncularına rağmen, takım turnuvaya katılmaya bile hak kazanamamıştı. Yeni bir atletik direktörün temel haklarından birinin yeni bir koç getirip yeni bir sayfa açmak olduğunu biliyordu. Wayne Morgan’ın pozisyonunu önereceği isimlerden bir liste yapmış, başkandan görüşme talep etmişti. Tam bu sırada Hoiberg çıkagelmişti. Temel haklarını bir kez daha kontrol etti, belediye başkanını geri çevirmek bunlardan biri değildi. Koçluk pozisyonuyla ilgilendiğini, kariyerine Hilton’da başlamak istediğini öğrendi birkaç dakika önce tanıştığı Hoiberg’den. Ameliyat sonrası gözlerimi açtığımda bana ikinci bir şans bahşedildiğini hissettim, diyordu, bu yeni hayata başlayacak daha iyi bir yer olabilir mi?
İlk kez o gün, eyalet sınırları içinde açamadığı bir kapıyla karşılaşmıştı. Zorlamanın alemi yoktu, zaman değişmişti. Dünya üzerindeki her yerde olduğu gibi, burada da kendini kanıtlamaktan muaf değildi. Minnesota’ya geri döndü, Timberwolves içinde idari bir pozisyon için görüşmeye girdiğinde bu kez şansı yaver gidecekti. Birkaç yıl içinde asbaşkanlığa kadar yükseldi. Kevin McHale’in ikinci adamı olurken, sahaya inip koçluk kariyeri için gözlemler yapmayı da ihmal etmiyordu. Bununla birlikte, Hilton’da da iyi ilişkiler kurmaya karar vermişti. Bir sonraki görüşmesinde onu tanımayan bir atletik direktörün karşısına çıkmak istemiyordu. Okulun en iyi bağışçılarından biri haline geldi, yeni koç Greg McDermott’la yakın arkadaş oldu. McDermott’ı liseye başlayacak oğlunu kendi mezun olduğu okula yazdırması için teşvik ediyordu. Sonunda başardı da. Ames High, Hoiberg dönemindeki şaşaalı günlerini bile gölgede bırakan iki olağanüstü şampiyonluk kazandı. Artık belediye seçimlerinde sandıktan Doug McDermott ve Harrison Barnes isimleri çıkıyordu. Hoiberg ise günden güne Pollard’ın ve okul yönetiminin saygısını kazanıyordu.
2010’un Nisan ayında Iowa State, beklentilerin altında geçen bir sezonu daha geride bırakmıştı. JUCO fenomeni Marquis Gilstrap’in transferine, Craig Brackins, Justin Hamilton, Diante Garrett gibi yeteneklere rağmen Cyclones, bir sezonu daha %50’nin altında geçirmiş ve Big 12’in derinliklerine saplanmıştı. McDermott, Creighton’dan 10 yıllık bir kontrat kapınca arkasına bile bakmadı. Oğlunu da yanında götürdü.
Iowa State programı kan kaybetmeye devam ederken, Pollard son hamlesini yapacaktı. Başkanına yeni bir liste sundu. Bu sefer listenin başında Hoiberg’ün ismi vardı. Daha önce koçluk tecrübesi bulunmayan adayını başkana tanıtmaya niyetlenmesi yersiz olurdu. Yine de icazet almak zorunda hissetti.
“Görüşmelere Fred ile başlamak istiyorum. Eğer görüşmeden çıktığımda doğru kişi olduğuna inanırsam, görüşmeleri durdurup yeni koçumuzun Fred olduğunu açıklayabilir miyim?”
O yaz Brackins erken profesyonellik kararı almış, Hamilton ise LSU’ya transfer olmuştu. Gilstrap’in mezuniyet yaşı gelmişti. Takımın üçüncü skoreri Alman şutör Lucca Staiger de son sezonunu pas geçip Alba Berlin’le Avrupa kariyerine başlamayı tercih edecekti. Hoiberg’ün önündeki kadroda, Garrett dışında okuldan basketbol oynamak için burs alan sadece iki kişi vardı.
Dört yılda roller tamamen değişmişti. Pollard ve Hoiberg görüşme masasına oturduklarında –bu masa, Hoiberg’ün Minneapolis’teki evinin mutfak masasıydı her şeyden önce– ipler yeniden The Mayor’ın eline geçmişti. Birkaç yıl içinde bir NBA takımının başkanı ya da genel menajeri olabilirdi. Ancak hala Iowa’ya dönmeyi, dört yıl gecikmeli de olsa yeni hayatına orada başlamayı istiyordu. Pollard’a bir ikinci şans sundu. İşi kabul etmek için tek şartı vardı, Iowa State’e ancak Kansas’ı Big 12’in zirvesinden indirmeyi hedefleyen bir atletik direktör için geri dönebilirdi. Bunu bir an önce yapmak istiyordu ve deneyimsiz olduğu recruitment dünyasında kendini heba etmeyecek, kestirme yolları deneyecekti. Ülkenin herhangi bir yerinde koçuyla problem yaşayan, başı belaya girmiş yetenekli gençleri sürekli takipte olacak; şartlar oluştuğunda bir NBA yöneticisi gibi bu oyunculara transfer teklifinde bulunacaktı. Hatta daha ilk günden bir hedefi vardı: Minneapolis’ten çıkan, lise yıllarında cevherini gösterdikten sonra birçok teklif arasından şehrin okulunu tercih eden ama Minnesota’da yolunu epeyce kaybeden bir forvet.
Royce White’ın hikayesini hepiniz duymuşsunuzdur. 2009 yazında geldiği Minnesota kampüsünde önce alışveriş merkezinde kamu düzenini bozan davranıştan, sonra kaldığı yurtta hırsızlıktan (laptop çalmaktan) tutuklanmıştı. NBA’in saygın koçlarından Tubby Smith, kimyası sorunlu takımını yeni bir deneyden azade etti ve Şubat ayında White’a kapıyı gösterdi. Anksiyete problemleri ayyuka çıkmıştı, Minnesota’da sahaya bir saniyeliğine bile adım atamamıştı ve hayatı boyunca bir daha basketbol oynamak istediğinden şüphe duyuyordu. Ancak büyük bir yetenek olduğunu kimse reddedemezdi. Hoiberg, NBA çevrelerinin yeni büyük geyiği olmadan önce de “pozisyonsuz basketbol” anlayışına sıkı sıkıya bağlıydı. White da pozisyonlara sığmayacak kadar yetenekli bir oyuncuydu, iyi bir şutör olmaya gerek duymadan Big 12’i domine edebilirdi. Pollard’ın güvenoyunu alan Hoiberg, ne kadar büyük bir beladan söz edildiğini öğrenmek için Tubby’nin yanına gitti ve “Her şeye rağmen White bugün karşıma çıksaydı, yine oyuncum olması için elimden geleni yapardım” cevabını aldı. Geriye sadece White’ı basketbola dönmeye ikna etmek kalmıştı. Ama Hoiberg bunu deneyen tek kişi değildi, Kentucky, Baylor ve Georgetown gibi recruitment babaları çoktan sıraya girmişti.
Belediye başkanının ilk vaadi bir “topluma yeniden kazandırma merkezi” olmuştu. Gözden uzakta yeni bir Misfits kurulmuştu, daha iyi bir Glenn Danzig bulamazlardı. White grubun kurucu üyesi olacaktı. Michigan State formasıyla üç senede iki Final Four gördükten sonra Tom Izzo tarafından bileti kesilen Chris Allen ikinci isimdi. Yıllar sonra işin içinde marijuana olduğu anlaşılacaktı. Hoiberg, kolej basketbolu coğrafyasında bulabileceğiniz en iyi bağımlılık terapisini vadediyordu. Bir sene sonra Izzo birlikte ot sardığı takım arkadaşı Korie Lucious’ı da kovduğunda, Allen koçunun yanına gidecek ve Lucious için garanti verecekti. Chris Babb ise bilakis yaşının üzerinde bir olgunlukla bezenmişti, ancak Penn State tercihinden pişman olması için iki sene yetmişti. Iowa State’in repütasyonu da göklerde sayılmazdı, bu yüzden Hoiberg’ün çok yönlü guardı zekasıyla etkilemesi gerekecekti.
Yeni Cyclones takımının ortak fikri ikinci şanslardı. Gelgelelim Hoiberg, rastgele ikinci şans dağıtan bir tanrı değildi. Oyun felsefesine uygun olarak, yapbozun parçalarını kısa sürede tamamlamıştı. “1 numara, 3 numara, 5 numara istemiyorum; basketbol oyuncuları istiyorum” demişti atletik direktörüne. Takımın power forvetinin sahada en sık yaptığı şey tepeden oyun kurmaktı. Allen’ın yerini alacak oyun kurucu DeAndre Kane ise çok geçmeden takımın bir numaralı post-up silahına dönüşecekti.
The Mayor, geri döndüğü evinde beş sene geçirdi. Morgan ve McDermott’ın yedi senede yalnızca bir kez başarabildiğini, bu beş senede dört kez tekrarladı. Çaylak sezonundaki o çöp kadroyla bile McDermott’ın derecesini geliştirdiğini gördüğümde, özel bir koçun ilk anılarını toplamaya başladığımı hissetmiştim. 2012 March Madness’ın üçüncü turunda formalarında Teague, Lamb, Kidd-Gilchrist, Jones, Davis, Miller, Wiltjer gibi isimler yazan çok yetenekli çocuklar tarafından sezonlarına son verildiği gün ise bu yazıyı yazacağımı biliyordum. Brad Stevens ya da Shaka Smart gibi bir dahi olmadığını da biliyordum. Ama meseleyi çözdüğü açıktı.
Tıpkı Swede gibi çok Amerikan bir All-American görüntüsündeydi, ütülü gömleklerine kardeşlik kulüplerinin kokusu sinmişti. Buna rağmen Tubby gibilerinin baş edemediği bir adamı hizaya getirmesi, uyguladığı yöntem düşünüldüğünde, inanılmazdı: White’ın yanına kendisi gibi üç baş belası daha vermişti. İlk yıllarını oynamadan geçireceklerdi; ayrıca redshirt kuralları gereği sadece iç saha maçlarında yedeklerle birlikte oturabiliyorlar, takımla seyahat edemiyorlardı. Bunun yerine maç saatlerinde televizyon odasında toplanıyor, takımı ve rakiplerini izliyorlardı. Kendilerine yeni bir isim takmışlardı: The Best Scout Team in America.
Yaz Ligi’ndeki haliyle bir gün NBA’de yeni bir kontrat bulma ihtimali, bulmama ihtimalinden daha düşük gözüken eski bir ilk tur seçimi White. Bulls’un yeni koçunu ona soruyorlar, şakayla karışık “Hoiberg için uçağa biner miydin?” diyorlar:
“Koç Hoiberg için ağzından lav yerine uçak püskürten bir yanardağa bile giderdim. Şaka gibi geliyor, ama değil. Ona ne kadar sadık olduğumu ancak böyle ifade edebilirim. Saha içinde ve dışında, kendime daha fazla güvenmemi sağladı. Bazı koçlar saha dışında bir baba figürü gibi görünmeye çalışır, dertlerinle ilgilendiklerini hissettirmek için rol keserler. Koç Hoiberg’de bu durum farklı; içindeki basketbol koçu ile yaşam koçunu senin için bir araya getiriyor ve saha içinde de, saha dışında da aynı kişiyle muhatap olduğunu biliyorsun. Maç sırasında kenara dönüp baktığında tanıdığın bir insan görüyorsun.”
IV
Kerr’ün terminolojisini kullanıyor, bir ölçüde onun arka planını taşıyor. Kenarda ise Stevens’a özgü bir sükunet taşıyor. Başarılı örneklerle kurdukları ortaklık, Thibodeau’yu çabuk unutan Bulls taraftarına güven veriyor. Ancak Hoiberg’ün çözmesi gereken birçok yeni denklemle karşılaşacağını, miras aldığı takımın da örneğin Donovan/OKC birlikteliği kadar yumuşak bir geçiş sunmayacağını öngörmek zor değil.
Temmuz 2014’te Fred Hoiberg kalp pilini değiştirmek için yeniden ameliyat masasındaydı. Bunun ikinci açık kalp ameliyatı için ona bir yıl daha kazandırmasını umuyordu. Kalp sorunları çocukluğundan beri onunlaydı ve doktorlara göre temasa dayalı bir sporda on yılı aşan bir kariyerden sağ çıkması büyük şanstı. Hoiberg, 2015’in Iowa State ile mutlu sona ulaşacağı yıl olabileceğine inanıyordu. Hücumda her şey olması gerektiği gibi işliyordu, kolej basketbolunun kutsal kitabı kenpom.com’a göre son üç sezonda ülkenin en verimli 6., 11., 6. hücumlarına sahipti Cyclones. 2014’teki Connecticut mağlubiyetini birçok otorite Georges Niang’ın sezon bitiren sakatlığına bağlamıştı. En iyi kolej oyuncularından birine dönüşme potansiyeli taşıyan Niang o yaz başarılı bir operasyon geçirmiş, yeni diyeti sayesinde sezona 10 kilo daha hafif girmişti. Bu sırada Hoiberg, atletik direktörünü savunmayı geliştirmek için bir ekleme yapmaları gerektiğine ikna etmekle meşguldü. Hedefi, Kansas teknik ekibinden Doc Sadler’ı asistanları arasına katmaktı. Aortik kapak replasmanı operasyonu biraz daha bekleyebilirdi.
Sadler ile birlikte Iowa State savunmayı da düzeltmiş, Hoiberg döneminde ilk kez savunma verimliliğinde ilk 100 arasına girmişti. Sadler’ın savunma konusundaki uzmanlığı yadsınamazdı, ancak savunmayı inşa ederken Hoiberg’ün felsefesini korumak esas alınmıştı. Hoiberg’ün asistanından ve oyuncularından istediği ilk şey, rakipleri olabildiğince fazla orta mesafeli şuta zorlamaktı. Analitik devriminin amentüsüne#“Long twos are bad.”uygun olarak, Iowa State sezon sonunda tüm Division I okulları arasında rakiplerine en fazla orta mesafe şutu veren ikinci takım olmuştu.
Üst üste ikinci konferans turnuvası zaferine rağmen, Iowa State’in büyük dansı bu kez gaddar bir Külkedisi (UAB) önünde alınan sürpriz bir mağlubiyetle erken bitti. Ameliyat için tarih belirleme vakti gelmişti. Iowa halkı belediye başkanını iyi dilek mesajlarına boğarken, bazıları içten içe bunun onu Hilton Coliseum’da tutmaya yetmesini umuyordu. Iowa State’te akademisyen olan babası ve annesi, hala Ames’te yaşıyorlardı. Lisede tanıştığı eşinin ailesi de. Çocukları onun Ames’teki çocukluğunu yeniden yaşıyorlardı sanki, Ames High’daki sınıfları şimdiden hazırdı. Büyük bir rahatlık çemberiyle kuşatılmıştı, Iowa State’i otuz yıl çalıştırıp şehrin anahtarlarını gerçekten ele geçirebilirdi. Bunu seçmedi, üçüncü şansını eski hayatına sıkışıp kalarak harcamaya niyeti yoktu.
Bir süredir masada olan bir teklifi değerlendirdi ve Bulls’a koç olarak geri döndü. Adrian Wojnarowski’ye göre Thibs sonrası senaryolarda yönetimin aklındaki tek adaydı. 2003’te Flip Saunders’tan gelen çağrıyla Minneapolis’e taşındıklarında Hoiberg ailesi, evlerini Gar Forman’a satmıştı. Söylentilere göre, Forman o aileye yeni bir çek yazacağı gün için uzun süredir bekliyordu. Tom Thibodeau’ya karşı neredeyse mobbing uygularken aklında hep o gün vardı. Thibodeau ile Hoiberg’ün oyuna yaklaşımlarındaki farklılık ise yalnızca bu hamleyi yaparken elini güçlendiren bir detaydı. Yoksa Forman’ın yaptığı, pizza sipariş edip –bir ay içinde üçüncü kez– The Notebook izleme planlarının olağan hale geldiği uzun süreli bir ilişkiden çıkıp yeni birini bulmak için soluğu Topless’ta almak gibi bir şey değildi.
Hoiberg, aslında kolejdeyken de bir NBA koçuydu. 35 saniyelik hücum süresiyle alay ediyor, mutlaka bir ‘drag screen’ ile başlattığı erken hücumlarıyla rakiplere hiç alışık olmadıkları bir taarruz hazırlıyordu. Sezon içerisinde kolej maçlarından çok NBA maçlarını takip ettiğini, kolej basketbolunun “duayen” koçları yerine Popovich ya da Kerr gibilerinin kitaplarından birkaç sayfa çalmayı yeğleyeceğini söylüyordu. *Kötü sanatçıların ödünç aldığı, iyi sanatçıların çaldığıyla alakalı bir Eliot, Jobs, Picasso, Stravinsky, Jarmusch, Faulkner ya da Stevens alıntısı* Takımın 4 numarasını “odasına” gönderiyor, diğer dört oyuncudan her an şuta hazır olmalarını talep ediyordu.
Bu yaz bir başka eski NBA yıldızı Chris Mullin’in gecikmiş koçluk stajına eşlik etmek için New York’a taşınan asistanı Matt Abdelmassih, dört yıl boyunca Hoiberg’ün, herhangi bir öğrencisine kullandığı bir şut nedeniyle hesap sorduğunu görmediğini söylüyor. Steve Kerr hakkında anlatılanları akla getiriyor, öyle değil mi? Yanlış seçilmiş şut yoktur, kötü spacing vardır.
Kerr’ün terminolojisini kullanıyor, bir ölçüde onun arka planını taşıyor. Kenarda ise Brad Stevens’a özgü bir sükunet taşıyor. Başarılı örneklerle kurdukları ortaklık, Thibodeau’yu çabuk unutan Bulls taraftarına güven veriyor. Ancak Hoiberg’ün çözmesi gereken birçok yeni denklemle karşılaşacağını, miras aldığı takımın da örneğin Donovan/OKC birlikteliği kadar yumuşak bir geçiş sunmayacağını öngörmek zor değil.#Donovan hakkında yazarken asistan tercihlerinin çok kritik olduğunu düşünüyordum. Hoiberg için de bu geçerli. Jim Boylen’da deneyim, Charlie Henry’de sadakat bulacak. Thibs’in ekibinden bir başka miras Mike Wilhelm’in ve Warriors ile çalkantılı bir dönem geçiren Pete Myers’ın savunmaya bolca kafa yordukları biliniyor. Ancak Sadler gibi savunmayı doğrudan emanet edeceği bir asistan bulundurmayı şimdilik tercih etmedi. Bunda “hücumcu koç” etiketini ilk günden kucaklamak istememesinin de bir rolü olabilir.Özellikle de Gasol-Noah-Mirotic-Gibson-Portis beşlisinden ideal kombinasyonları çıkarmak, oyunun büyük ustalarını bile terletecek bir görev. Mirotic ve Portis gibi oyuncuları kullanmayı daha çok sevse de, Noah ve Gibson’ın burada başardıklarını düşünürsek onlara sırtını dönmek gibi bir seçeneği olmayacak. Öte yandan Derrick Rose’un artan sağlık sorunları ve hızlı yaşlanması/yıpranması, göreve bir aciliyet de yüklüyor. Cavs’in Tristan Thompson ve rotasyonun geri kalanıyla yaşadığı problemler hesaba katıldığında, NBA finali penceresi bir daha hiçbir zaman bu kadar açık olmayabilir.
Özellikle ilk yarılarında takımın Hoiberg hücumuna (Hoiball?) iyi reaksiyon verdiği gözlenen, McBuckets fenomeninin yeniden doğuşunu imleyen#Hoiberg’ün kanat oyuncularından istediği şeylere bakarak Doug McDermott’ın da harika bir ikinci şans elde ettiğini ve bunu iyi kullanacağına dair ışıklar verdiğini söyleyebiliriz. Savunmada hala ciddi sıkıntıları var ama şutlarını taze bir özgüvenle göndermesi dışında daha önce ondan hiç görmediğimiz bir şeyi, savunmacısını geçip drive and kick oynama arzusunu bu maçlarda ilk kez gördük.preseason maçları, Rose-Butler gerginliğinin gölgesinde kaldı. Jimmy Butler’ın açıklamaları, oyun kurucusunun liderliğine ve ‘poster çocuğu’ statüsüne bir başkaldırı olarak yorumlandı. Yeryüzünde Royce White’ı basketbol oynamaya ikna etmiş tek koçun, bu sezon öncesi gerginliğini pek fazla dert ettiğini düşünmek zor. Sıra dışı yöntemleriyle çıkış yolu bulması görece basit bir denklem olacak.
Yine Abdelmassih konuşuyor:
“Takıma yeni katılan oyuncular, özellikle de başka programlardan transfer edilenler, ilk antrenmanlarına çıktıklarında bir gariplik olduğunu düşünürlerdi. Hoiberg’ün antrenmanları, hiç şüphe yok ki, Amerika’daki en sessiz antrenmanlardı.”
V
Elbette, diye düşündüm, elbette – benim bir alt katman keşfetme tutkum, bakmakta olduğum şeyden fazlasının olduğuna dair sürekli şüphem, benim ileri gidip kendisinin olduğuna bizim inanmamızı istediği şey olmadığını söyleyebileceğim korkusunu uyandırmıştı onda... Ancak sonradan şöyle düşündüm: Ne diye bütün bu düşünceleri yüklüyorum ona? Bu adamı tanıma iştahı niçin? Bir zamanlar bana ve sadece bana, “Basketbol hiç böyle değildi, Skip” dediği için mi çok açtım? Niçin onu yakalamaya çalışıyorum?
Neyin var senin? Burada bakmakta olduğun şeyden başka bir şey yok. O göründüğü gibi birisi. Her zaman öyleydi. Bütün bu bakirliği uydurmuyor. Var olmayan derinliklerin peşindesin sen. Bu adam hiçliğin vücut bulmuş hali.
Yanılıyordum. Hayatta hiç kimse konusunda bu kadar yanılmamıştım.