Aralık 9, 2013
Kafalar ve Bacaklar
Cristiano Ronaldo nasıl birkaç saniyeliğine dünyanın en iyisi oldu?
Bazen bir benzetme her şeyi değiştirir. İsveç-Portekiz maçı sona ereli birkaç dakika olmuştu. İzlediklerimize anlam bulmaya çalışıyor, hem Ronaldo hem Ibrahimovic için kullanabileceğimiz övgüler arıyorduk. O an, bir gazeteci1 bu kapışmayı Muhammed Ali-Joe Frazier düellosuna benzetti. Basit bir benzetme gibi görünebilir. Fakat bazen bir klişe her şeyi değiştirir. Bazen bir Dünya Kupası eleme maçı, belki yarın, belki ertesi gün unutacağınız bir maç, 20. yüzyılın en büyük spor gecelerinden birine, kimsenin unutamadığı bir ana, iki adama, birkaç yumruğa benzeyebilir.
Evet, o ikilinin savaşı ile bu ikili çok farklı. Gece ile gündüz gibi. Fakat bir benzerlik var. Bu yazı, o benzerliği anlatıyor. O benzerlik, bir adamın serüvenini çiziyor. O serüven, bu yazıyı kaleme alacak. Ve basit bir tavsiye -çok basit- bir adamı, bir yazıyı, bir geceyi değiştirecek.
Senden Önce Efsanen Gelir
Cristiano Ronaldo, Manchester United'a transfer olduğunda kafası ve bacaklarından önce efsanesi gelmişti. Sadece İngiltere'ye değil, dünyanın futbol topu ve haber kanalları giren her yerine. Herkes Ronaldo'nun keşfine dair konuşmayı severdi. Bazısı gerçeklere bağlı kalır, çoğunluk uydururdu. Kırmızı Şeytanlar'ın Sporting Lizbon ile oynadığı hazırlık maçı efsanenin ortak noktasıydı. Maçı izlemeyenler bile sağdan soldan duyduklarını birleştirip bir şeyler anlatıyordu. Şöyle 5 kişiyi geçmiş, böyle 10 kişinin üzerinden atlamış.
Manchester United formasıyla oynayacağı ilk maçı heyecanla bekliyorduk. David Beckham gitmişti ve bu formayı giyecek yeni bir ikon arayışları sürüyordu. 7 numarayı çoktan vermişlerdi ve daha ilk günden Portekizli'den bu formayı taşımasını istemişlerdi.
O maçı dün gibi hatırlıyorum. Rakip Bolton. Ronaldo sonradan oyuna girmiş, oyuna girerken tribünlerdeki Beckham ve Cantona formalı insanlar ekrana yansımıştı. Ronaldo'nun saçları çok garipti. Kariyeri boyunca hep garip oldu fakat United'daki ilk zamanları en saçmasını bulmayı başarmıştı. Saçının önündeki birkaç tutam teli sarıya boyamış, o iki kıvırcık teli kafasının ve dünyanın merkezi yapmıştı.
Beklentiler dağ gibiydi. Ronaldo'ya ilk top geldiğinde çıkan uğultu unutulmazdı. Baskı kendini o seste bulmuştu. Buna karşılık, Portekizli için bu kavramların pek bir önemi yok gibi görünüyordu. Ayağına gelen her topta artizlik yapmayı beceriyordu. Topukla adam geçmeye çalışma, beş kişiyi çalıma dizme, taç çizgisinin orada birkaç kişiyle boğuşma. Bir penaltı almış, takımı 4-0 kazanırken kendi imzasını da sahaya atmıştı. Beklediğimize değmişti.
Bacakları müthiş çalışıyordu. İlk saniyeden nasıl bir yeteneğe sahip olduğunu cümle aleme ispat etmişti. Hızlıydı, kararlıydı, sertti. Fakat aklı karışık gibiydi. Ne yapacağını bilmiyor, ayağına gelen her topta kendini göstermeye çalışıyordu. Sanki o sezonun tamamında bu duyguya kapıldık. Bir şeyler eksikti. Bacaklar gidiyordu. Kafa ise onu aynı hızla takip etmiyor gibiydi.
Gençsin ve Bekliyorsun
Doğuştan yetenek diye bir şey var mı? Bütün o bilimsel tartışmaları yeniden açmak istemiyorum. Sadece hepiniz o insanlara rastlamışsınızdır. Mahallede size kol kanat geren abilerden biri hepinizden daha iyi futbol oynuyordur. Kenardan izlersiniz. Bir şut atar. Şaşırırsınız. Bir futbol takımında oynuyor, gelecekte kendinizi bu işi yaparken hayâl ediyorsunuzdur. Durup düşünürsünüz. Asla böyle bir şut atamayacağım. Ne kadar çalışırsam çalışayım, bu olmayacak. Asla, böyle bir şut, hayır, atamayacağım.
Yetenek bir hediyedir ama bazen mutsuz doğumgünleri yaratır. Erken yaşta kendini gösterenler size bunu anlatsın. Mesela bir sporcu. Genç yaşta her şeyi kazanmış, çevresi tarafından pohpohlanmıştır. Gençtir, başarılıdır, güzeldir. Rüya gibi bir yaşam sürüyordur ve kendisi de dahil herkes bu yaşamın böyle sürüp gideceğini düşünüyordur. Neden olmasın ki?
İtalyan bisikletçi Filippo Pozzato da böyle düşünüyordu. 90'ların sonunda altyaş kategorilerinde arka arkaya zaferler kazandığında ve dönemin en ünlü takımı Mapei'nin kanatları altına girdiğinde her şeyin böyle sürüp gideceğine inanıyordu belki de. Olmadı. İyi bir kariyer elde etti, ününü korudu, iyi yarışlar kazandı fakat hiçbir zaman 18 yaşında ona bakıp bir gelecek inşa edenlerin hayâllerine yaklaşamadı. Yeteneği ve potansiyeli o hayâli taşıyabilirdi fakat kendisi başaramadı.
Neden? İki sene önce verdiği bir söyleşide2 "Yeteneğimi çok harcadım" demişti İtalyan isim. Kariyerinin sonuna yaklaşırken her şeyi anlamıştı. Şöyle söylüyordu:
"Gençken kazanmak kolaydır. Zor olan, beklentilerdir. 30 yaşındayken bu baskılarla baş edebilirsiniz fakat 20 yaşında onlara göğüs germek çok kolay değil. Kafanda hep şu vardır. Zaten sınıf atladın, artık profesyonel oldun, ötekilerden daha iyisin, onlar kadar çalışmana gerek yok. Ve bir noktadan sonra bu senin için bir sınır hâlini alır. Geriye dönüp baktığımda kafa olarak daha güçlü olup, yetenek olarak daha zayıf olmayı tercih ederdim. Bu, o yaşlarda bir fenomen olmaktan iyidir. O zamanlar kendime hep şunu söylerdim. Herkesten fazlasına sahipsin, bu yüzden endişelenmene gerek yok. Fakat şimdi nerede hata yaptığımı anlıyorum."
Bunları söylediğinde 34 yaşındaydı. Elindeki potansiyelin farkına varmıştı fakat bu sefer de bacakları onu takip etmiyordu. Kafası berraktı. Her şeyi anlamıştı fakat 20 yaşındaki bacaklara, o güce, o yeteneğe sahip değildi. Önce bacaklar gelir, sonra kafa. Başarmak için ikisine de ihtiyacın var. Yoksa geriye bakıp "Yeteneğimi çok harcadım" dersin. İki sene sonra da herkes seni unutur. Pozzato yine de şanslıydı, sen olmayabilirsin.
Seni Öldürmeyen Şey Makineleştirir
Alex Ferguson yeni çıkan otobiyografisinde Cristiano Ronaldo'yu şöyle anlatıyor. "İnanılmaz bir yetenek. Yanına hemen her şeyi ekleyebilirim. Antrenman performansı, mental kuvvet, cesaret, iki ayağı kullanma becerisi, topa kafa vurma." İskoç futbol adamı, kitapta ayrı bir bölüm ayırdığı oyuncusunun çalıştığı en yetenekli isim olduğunu da sözlerine ekliyor.
Aradan istediğiniz kelimeleri seçebilirsiniz. Fakat en önemlisi belki de çalışmaya dair olanlar. En azılı eleştirmenleri bile Cristiano Ronaldo'nun disiplininden övgüyle söz eder. Ne kadar kendini beğenmiş bir adam olursa olsun, sahaya çıktığında hep güçlü bir Ronaldo görürüz. Bazen iyidir, bazen kötü. Bu bir şeyi değiştirmez. Ronaldo'nun herkesten fazla çalıştığını anlarız.
Rüya gibi geçen İngiltere yıllarının ardından İspanya'da soluğu almıştı Portekizli yıldız. Ada'da görevini yapmış, kupalar kazanmış, Oasis'in dünyanın en güzel grubu olduğunu söylemiş, Real Madrid'e transfer olmuştu. Dünyanın istediği buydu. Ronaldo ve Messi. Real Madrid ve Barcelona. Çatışma unsuru olmayan bir senaryo beş para etmez. El Clasico, dünyanın bütün çatışmalarını birkaç sene senaryosunda bulundurdu. Arka arkaya filmlerle. Sonra kabak tadı verdi.
Destanların hikâyesi de böyle başlar. Büyük bir rakibin olması seni daha iyi bir savaşçı yapar. Onun seni yenmesine ihtiyacın vardır. Daha iyi olmak, büyümek, sınırlarını aşmak için. 80'lerdeki Detroit Pistons olmasaydı Michael Jordan bu kadar büyük olabilir miydi? Rakiplerini gördü, silahlarını tanıdı, kendi becerilerini ve takımını nasıl kullanabileceğini öğrendi. Ve sonunda şampiyon oldu. Yıllar yılı uğraştıktan sonra. Belki bugün bakınca her şey bir günde olup bitmiş duruyor. Hayır, bir günden, birkaç yıldan fazlasını verdi. Zirveye çıkmak için gençliğini tüketmesi gerekiyordu.
Ronaldo ve Messi de birbirlerini aşmak için her şeylerini verdiler. Messi daha iyiydi. Başlarda sürekli yendi rakibini. Sonra bu moda sürüp gitti. Fakat Ronaldo her maç bir öncekinden daha güçlü oynuyordu. Real Madrid'in Jose Mourinho ile kazandığı ilk kupa olan İspanya Kral Kupası finalinde uzatmaların son bölümlerinde o kafa golünü atmasını sağlayan bu rekabetti. Kupa çok büyük bir kupa değildi fakat Portekizli, Dünya Kupası almış gibi sevinçliydi. 120 dakika süren, iki tarafın da kendi becerisinin altında işler yaptığı bir akşam. Yorgunluk var. Yine de oraya koştu, o koşuyu, o zıplamayı yaptı. Sen o ortayı yap yeter ki, o yetişir. Yetişecek. O kafayı vuracak.
Rakibin seni daha iyi yapar. Messi'nin büyüklüğü Ronaldo'yu daha iyi ve daha sinirli yapıyordu. Kaybetmekten kendini kaybettiği zamanlar oldu. Dünyanın en iyi ikinci futbolcusu olmuştu ve bazıları bunun dalga geçilecek bir şey olduğunu düşünüyordu. Neden? Bilmiyorum.
Sıradan bir tenisçiyi anlattığı String Theory yazısında David Foster Wallace3 bundan söz eder. Yazı, o dönemlerde dünya sıralamasında ilk 100 içine girip çıkan, kendini göstermek isteyen fakat bir türlü istediklerini başaramayan Michael Joyce hakkındadır. DFW, Joyce'un sıralamadaki yerinden, başka sıradan tenisçilerden ve kaçıncı olduklarından söz eder, unuttuğumuz, çoğu zaman yaptıkları işin zorluğunu fark etmediğimiz bu sıradan adamlar topluluğu için şunları kaleme alır:
"Sizleri dünyadaki herhangi bir şeyde en iyi 100 kişi arasına girmenin nasıl bir his olduğunu düşünmeye davet ediyorum. Herhangi bir şeyde. Ben hayâl etmeye çalıştım, bu çok zor."
En iyi 100 değil, 50 değil, 10 değil. Şimdi sizden istediğim, dünyadaki herhangi bir şeyde en iyi ikinci olmanın ne demek olduğunu hayâl etmek. Mesela kendi mesleğinizde bunu hayâl edebilirsiniz. Böyle bir şey rüyaların bile ötesindedir, öyle değil mi? Ve biz kendi işimiz bittiğinde, kendi hayatımızın zorluklarından birkaç adım dışarı attığımız mesai saatlerinin dışında, televizyon koltuğuna oturup dünyanın en iyi ikincilerini küçümseriz. Sırtlarına "loser" etiketi yapıştırarak.
Koşarken Beni Dinle ve Düşün
Uzun zamandır, Cristiano Ronaldo'yu tek başına izleme keyfi elimizden alınmıştı. Onu Messi ile birlikte düşünmeliydik. Ronaldo'nun üç gol attığı bir maç bizi etkilemiyordu. Zira birkaç saat sonra Messi dört gol atacaktı. Kıyaslanmaları gerekiyordu ve bu iyi olanın kazandığı bir savaştı çoğunluğa göre. Messi iyi, Ronaldo kötüydü. Oynadıkları oyun gibi insanlıkları konusunda da karar veren bizdik. Başkası olamazdı. LeBron James kötü insan. Cristiano Ronaldo kötü insan. Çünkü biz söylüyoruz. Biz haklıyız. Sosyal medya hesaplarımız ve bizi retweetleyen insanlar var. O hâlde ne duruyoruz ki?
Ben bıktım. Ronaldo'nun sürekli Messi ile kıyaslanmasından, karakterinin sorgulanmasından fena hâlde sıkıldım. Sadece Messi de değil, Ronaldo adı geçince eski Brezilyalı Ronaldo'ya selam çakıp "Gerçek Ronaldo" denmesinden, Portekizli'nin asla onun gibi olamayacağının vurgulanmasından artık bıktım. Denize ikisi ya da üçü düşse hangisini kurtarmak için atlayacağımı bilmiyorum. Fakat 19 Kasım 2013 gecesi Ronaldo'nun önüne bir top atıldı ve koşuyor. İsveç 2-1 önde ve Ronaldo koşuyor.
Bir saniye, Alex Ferguson'ın söyleyecekleri var. Kitabından:
"Ronaldo'ya hep şunu söylerdim. Gole giderken adımlarını uzun tutmaya çalış. Eğer böyle yaparsan biraz yavaşlarsın ve zamanlaman gelişir. Sprint atarken vücudun üzerindeki kontrol kabiliyetin azalır fakat bir an olsun yavaşlarsan beynine daha fazla şans verirsin."
Ronaldo koşuyor ve eski hocasını dinliyordu. Koşusu, topu kontrol edişi, kaleciye bakışı, o bir saniyelik düşünme anı, vuruşu. Her şey kusursuz. Biraz sonra, bir tane daha. Bu sefer daha zoru. Kaleciyi kaleye paralel biçimde geçiyor ve defans yetişmek üzere. Belki son anda, gol atabileceği en son aralıkta vuruşu yapıyor ve topu ağların tepesine asıyor. Ferguson'a göre 2009 Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Arsenal'e karşı attığı gol onun kontratakların majesteleri olduğunu kanıtlamıştı. Doğrudur. Fakat bu birkaç dakika Cristiano Ronaldo sinemasının en kusursuz plan sekansını yaratmıştı.
Daha da güzeli, İspanya Ligi izlemiyorduk. Barcelona örnekleri, Messi örnekleri, Gerçek Ronaldo özlemleri ortada yoktu. Birkaç dakikalık pür bir spor izleyicisi deneyimiydi ve en güzeli de bunun Portekiz forması altında, bir başka ikon Zlatan Ibrahimovic'in iki golüne cevaben yapılmasıydı. Geri adım atmamış, çekilmemiş, cesaretini ve yeteneğini ortaya koymuştu. İyi ki İspanya Ligi'nde değildik. İyi ki birkaç dakika rahat nefes alabildik. Sadece birkaç dakika. Sonra eski hikâyelere, kıyaslamalara döneceğiz. Birkaç dakika sonra. O yol bizi bekliyor. Ve o benzetme.
Şehirlerin Duvarlarını Savun
Maç bitmişti. Övgü sözcükleri arıyorduk ve o benzetme gelmişti. Ali ve Frazier. 1975 yılında boks tarihinin unutulmaz akşamlarından birinde karşı karşıya gelmişler, birbirlerini ölesiye dövmüşlerdi. O gece, ikisi de kariyerlerinin geri kalanını çizmişti. Sadece, bunu o akşam bilmiyorlardı.
Zamanın ünlü gazetecisi Mark Kram, ikiliyi düello öncesi ve sonrasında takip etmişti.4 Öncesini boşverin, maç da geçip gitti. Esas etkileyici olan, bir sporun sizin hayatınıza yapabilecekleri. Kram, karşılaşma sonrası soluğu Ali'nin yanında almıştı. Gururluydu ve zor hareket ediyordu. Sıra mağlup tarafı ziyaret etmeye geldiğinde ünlü gazeteci karşısında iflas etmiş bir adam buldu. Joe Frazier'in gözleri zor görüyordu, Kram'i seçemedi. Sonra maçtan bahsetmesi istendi. Şu unutulmaz lafları sıraladı:
"Tanrım, ona şehirlerin duvarlarını yıkabilecek yumruklar attım. Lordum, Lordum, o büyük bir şampiyon."
Cristiano Ronaldo şanslıydı. Önce bacaklar ve yetenek gelmiş, sonra kafa da onu takip etmişti. Ve bir akşamüstü, dünyanın en büyük ikinci futbolcusu şehirlerin duvarlarını yıkacak iki yumruğa üç golle yanıt verdi. Kariyeri bambaşka ilerlemiş, İngiltere'de zirveye çıktıktan sonra İspanya'da Messi karşısında yenilmiş, hızlı koşarken birkaç saniye yavaşlamış, düşünme imkânı bulmuş, sonra bu yavaşlama onu daha güçlü hâle getirmişti. Eski hocası Alex Ferguson'dan öğrendiği gibi Ronaldo bütün hayatını kocaman bir kontratağa dönüştürmüştü.
- O gazeteci Tom English. Sevdiğimiz, çalışmalarını takip ettiğimiz bir insandır.↵
- Bisiklet hastası değilseniz bu söyleşi çok bir şey ifade etmeyebilir. Yine de yetenek ve gençlik hakkında söylediklerini uzun uzun okumak isterseniz, burada.↵
- Yazıhane'de David Foster Wallace'ı andığımız 150. yazı olarak tarihe not düşelim bunu. Ne derler bilirsin, hepimiz DFW'nin paltosunun cebinden çıktık.↵
- Ve spor tarihinin en iyi yazılarından birini kaleme aldı: http://sportsillustrated.cnn.com/centurys_best/news/1999/05/05/thrilla_manila/↵
Tasarım, ayak işleri, getir-götür: @mkubilayk