Valeriy Lobanovski niçin önemlidir? Birincisi, futbol adı verilen bir oyuna ilk kez bir ‘geometri’ uygulamaya kalkıştığı için… Ona, futbolun Spinoza’sı desek yeridir. Tarihte ilk kez futbol sahasını tam anlamıyla ‘parselleyerek’ (öyle derler ya; ama terim yeterli değildir çünkü bir durağanlık anlamı içerir) geometrik işleyen ‘önermeler’ yaratabilen kişi odur. Bu yüzden yaz-kış sezonlarının kaprisi yüzünden az sayıda dünya ölçekli başarıya kavuşmuş olmasına rağmen (unutmayalım ki, Rusya’da ve eskiden Sovyetler Birliği’nde ligler yazın oynanıyordu) takımı, en az üç kupa sürecinde mutlak olarak ‘durdurulamaz’ bir hüviyetteydi.
1975-76 sezonunda yaz başı Avrupa Kupa Galipleri Kupası’na inanılmaz bir rahatlıkla ulaşması, Franz Beckenbauer’in son günlerinde alabileceği son kupa olan Avrupa Süper Kupası’nı Bayern Münih’le neredeyse kedi fareyle oynar gibi oynayarak alışı… Sonra trajik ve harika bir finalle daha önce alt ettiği
Hollanda milli takımına 1988 Avrupa Kupası’nı teslim edişi… Birleşik Arap Emirlikleri’ne antrenörlüğe gittikten sonra, yeniden esas takımı Dinamo Kiev’in başına gelişi… Ve Zaporojye maçında geçirdiği kalp krizinin ardından ölümü…
Her şey futbolun da önemli ölçüde ‘icada açık’ bir alan olduğunu hatırlatıyor bize… Lobanovski’nin Kiev Dinamosu ile 70 ve 80’lerde yönettiği Sovyet milli takımı için, bir ara, 21. yüzyılın futbolu diye bir tür korkulu övgü yapılmıştı. Bu, yukarıda andığımız başarılı dönemlerde kural olarak yinelendi: geleceğin takımı vs… Hayır, bu geleceğin takımı değil, geleceğin futbolunun önsezisiydi. Ama futbol hala ‘gelecek’…
Ulus Baker
Mayıs 2002, Radikal Futbol
Yazan
Raphael Honigstein
Çeviren
Cem Pekdoğru
1973 Münih doğumlu gazeteci ve spor yazarı Raphael Honigstein, 1993’te Abitur diplomasını aldıktan sonra Londra’ya yerleşti. O günden beri Süddeutsche Zeitung’da İngiliz futbolu, The Guardian’da Alman futbolu üzerine yazılar kaleme alıyor. Alman futbolunun yakın geçmişteki çöküş günlerinden 2014’te yeniden bir Dünya Kupası şampiyonu çıkarmaya uzanan yolculuğunu ele aldığı ikinci kitabı Das Reboot: How German Football Reinvented Itself and Conquered the World, 2015’in Eylül ayında Yellow Jersey Press tarafından yayımlandı.
1988 Tekirdağ doğumlu Cem Pekdoğru, 2007’de Abitur diplomasını aldıktan sonra İstanbul’da kaldı ve bu kitaptan bir bölümü Türkçeye çevirdi.
1990 Ankara doğumlu Kubilay Kahveci, Abitur diploması olmadan bu sayfayı hazırladı.
Gelecek, hemen oradaydı; Stuttgart’ın güneydoğusunda, arabayla yarım saatten az bir mesafedeki Sportschule Ruit-Nellingen’de, her yaz, keşfedilmeyi bekliyordu. Ama tutup da oraya bakmaya kim –hangi akla hizmet– zahmet edecekti?
Seksenlerin ortasıydı. (Batı) Almanya’nın 1980 Avrupa Şampiyonası’nı kazanmasıyla başlayıp milli takımın üst üste üçüncü Dünya Kupası finalinin ardından Roma’daki Olimpiyat Stadı’nda kupayı havaya kaldıran Lothar Matthäus’un ışıltılı suretiyle noktalanan, başarının süreklilik arz ettiği, müreffeh bir onyılın tam orta noktası.
Hayal kırıklığı yaratan tek sonuç, Euro 1984’te ilk turun ötesine geçilememesiydi. Turnuvanın ardından Franz Beckenbauer, ZDF Sportstudio canlı yayınına bağlanıp, tüm huysuzluğuyla, Alman futbolunun artık ‘dünyanın en iyisi’ sayılmaması gerektiği uyarısında bulundu. Seyircilere göre, olan şuydu: İyi niyetli ama sönük bir figür olan Jupp Derwall’in (bulvar gazetelerince ‘Gümüş Saçlı Şef’ olarak anılırdı) yerine geçmeye hazırlanan yeni milli takım patronu Der Kaiser her zamanki gibi kıvrak bir zekayla beklentileri yönetmeye başlamıştı. Geri kalan herkes, Fransa’daki turnuvada yaşanan yol kazasını tüm o zaferlerin (ve son anda kaybedilen kupaların) arasında çabucak unutulacak küçük bir aksaklık olarak görüyordu.
Almanya’nın en iyi oyunculara, en iyi oyun anlayışına, en iyi taktiklere, en iyi lige sahip olduğu ise su götürmez bir gerçekti. Hamburger SV’nun başında bulunan –oyuncularıyla asla konuşmamasıyla meşhur– Avusturyalı antrenör Ernst Happel, 1984’te Playboy dergisine “Belki İtalya Ligi, Bundesliga’yla boy ölçüşebilir” demişti. Belki.
Oyuna yaklaşımdaki bu derin ‘iç gözlem’ noksanlığı, tek başına kibirle açıklanamazdı. Bu aynı zamanda kasten başvurulmuş psikolojik bir taktikti. Sürekli soru sormakla, durdurulamayan bir kazanana dönüşemezdin. Sorular tehlikeli şeylerdi. Seni şüpheye sevk edebilirlerdi, bu şüphe de özgüveni törpüleyebilirdi. Futboldaki (ve birçok başka alandaki) “Alman Yolu” bu değildi. Almanların kahramanları düşünceleriyle değil, eylemleriyle var olurlardı: otomatiğe bağlamış şekilde koşmak, şut çekmek ve gol atmak adına hayati melekelerini terk edebilen ve kendiliklerinin ötesine geçip büyük bir kararlılık yığınına dönüşen adamlar.
Maç başlayalı birkaç dakika olmuştu. Top taç çizgisinden dışarı çıktığında durup rakip oyuncuları sayma gereği hissettim.
Hasut yabancıların, Tötonik Panzerler’in güzel oyuna getirdiği metodik ve mekanik (neredeyse robotik) yaklaşımı küçümsediği olurdu. Ne var ki Almanlar meseleye daha hakimdi... Yenilgi korkusunu yok saymak ve oyunun seni olman gereken yere taşımasına izin vermek. İşte gerçek sanat buydu. Tıpkı takımın penaltıcısı Gerd Müller’in önünde topa davranıp, 1974 Dünya Kupası finalinde takımına Hollanda karşısındaki beraberlik sayısını kazandıran Paul Breitner’in soğukkanlılıkla yaptığı gibi. (Münih Olimpiyat Stadı’nda skoru tayin eden golü yirmi dakika sonra Müller kaydedecekti.) Yirmi yedi yıl sonra Breitner’le konuştuğumda, o ana dair hiçbir şey hatırlamadığını ifade edecekti: “Mutlak bir boşluk... Hakemin penaltı düdüğünden 1-1’in santrasına kadar geçen iki dakika tamamıyla kayıp. Etrafımdaki her şeyi yok sayacak kadar odaklanmış olmalıyım. Bu tür anlarda yapmakta olduğunuz şeyi düşünmemelisiniz, yoksa bu düşüncenin korkusuyla ayaklarınız birbirine dolaşır ve yere düşersiniz.”
Breitner ertesi gün evinde maçı izlediğinde bir tür ‘vücut dışı deneyim’ yaşamıştı. “Ekrandaki herife bağırıyordum: ‘Deli misin, neden sen vuruyorsun? Ne yapıyorsun? Aklını kaçırmışsın!’”
Kendini her şeyden soyutlama kapasitesi, bir Alman profesyonelinin en güçlü özelliklerinden biri olmayı muhtemelen bugün de sürdürüyor; ancak ardı arkası kesilmeyen kupalarla –bazı kupalar kazanılamasa da, en azından son düzlükte kaybediliyordu– dolu tüm o yıllar boyunca at gözlüklerini çıkarmamanın bir iki sakıncası da vardı. Hiç kimse sağda solda neler olduğuna bakmak için durmayı düşünmedi bile. Bu tür bir merak, zayıflara, kaybedenlere ve başarısızlığa mahkum alt sınıftan kimselere özgü bir ayrıcalıktı. Ralf Rangnick gibilerine.
SSV Ulm, 1982’de ikinci kümeye yükselmesinin ardından, oyuncusu Rangnick’i serbest bırakmıştı. Ertesi sezon oyuncu-antrenör olarak altıncı kümede mücadele eden FC Viktoria Backnang’a geçiş yaptı. 1983’ün Şubat ayında Dinamo Kiev, bu küçük kasaba takımına bir hazırlık maçı yapmayı önerdi. Efsanevi antrenör Valeriy Lobanovski’nin takımı, devre arası kampı için civardaki Sportschule Ruit’te konaklıyordu. Backnang’ın amatörleri, büyük yıldızları Oleg Blokhin ve genç Oleksiy Mihayliçenko ile Sovyetler Birliği’nin en iyi kulüp takımı sayılan Dinamo Kiev için münasip antrenman arkadaşlarıydı.
Karla kaplı sahada oynanan maçı Ukraynalılar, beklendiği gibi kolaylıkla kazanıyorlardı. Yirmi dört yaşındaki defansif orta saha Rangnick ise tüm bu deneyimi olağanüstü derecede sinir bozucu bulmuştu. Stuttgart’ta tren istasyonuna bakan Graf Zeppelin Oteli’nin lobisinde oturmuş Darjeeling çayını içerken, kendi ‘futbol epifanisi’ olarak adlandırdığı o anın hikayesini anlatmaya koyuluyor.
“Maç başlayalı birkaç dakika olmuştu. Top taç çizgisinden dışarı çıktığında durup rakip oyuncuları sayma gereği hissettim. Bir yanlışlık var, diye düşündüm – sahaya on üç ya da on dört kişi mi çıkmışlardı? Sistematik olarak topa baskı yapan bir takıma karşı oynamanın nasıl bir şey olduğunu ilk kez o gün hissetmiştim. Daha önce de büyük profesyonel takımlara karşı oynamıştım –ve elbette o maçları da kaybetmiştik– ama onlar en azından size nefeslenmeniz için bir parça alan bırakıyorlardı, size ‘arada sırada bir top tepme’ şansı tanıyorlardı, ya da o günlerde söylemeye alıştığımız şekliyle, topu çevirip işleri yatıştırmak için bir mola veriyorlardı. Neredeyse doksanların sonunda bile insanların hala orta saha oyuncularından bunu talep ettiklerini hatırlıyorum. Bunu şimdi Borussia Dortmund’a karşı yapmayı bir deneyin bakalım. Eminim çok eğlenceli olur! Göz açıp kapayıncaya kadar, üç ya da dört tanesini karşınızda bulursunuz. Kiev’e karşı oynadığımız o maçta kendimi tam doksan dakika boyunca daimi bir baskı altında hissettim. Takım arkadaşlarım da öyle. Kendimi bildim bileli bu oyunun rakibinizi sahanın her köşesinde, gerekirse tuvalete kadar, takip etmekten ibaret olamayacağını sezinlerdim. Bir defansif orta saha olarak, rakip oyun kurucuyu etkisiz hale getirdiğim takdirde genellikle iyi notlar alırdım. Maç boyunca topa belki beş kez dokunmuş olsam bile... Bu oyunu böyle oynamak bana hiçbir zaman doğru gözükmemişti. Ama Kiev’e karşı ilk kez duyumsadığım bir şey vardı: Bu, futbolun bambaşka bir haliydi.”
Rangnick’in Alman futbol metodolojisi hakkındaki ilk şüpheleri, yetmişlerin sonunda Stuttgart Üniversitesi’nde İngilizce ve yeni oluşturulmuş Spor Bilimi bölümlerinde öğrenim görürken filizlenmişti. (Bu dönemde programın bir parçası olarak bir yılını Brighton’daki Sussex Üniversitesi’nde geçirdi ve o günden beri bir ‘İngiliz muhibbi’ olduğunu her fırsatta beyan ediyor.) “Sınıfımızda yirmi kız, yirmi erkek öğrenci vardı ve her birinin bir performans sporunda bir geçmişi vardı. Sınıf arkadaşlarımdan biri, dönemin en iyi kadın voleybol takımı olan Feuerbach’ın oyuncusuydu. Ben ona futbol öğrettim, o bana voleybol öğretti. Günde on saat antrenman yaptıklarını öğrendiğimde şaşkına dönmüştüm; spor salonunda iki saat fizik idmanı ve iki saat taktik çalışması dahil. Ölü toplarda nasıl bir koreografi içinde hareket ettiklerini görmek büyüleyiciydi. Profesyonellik ve yoğunluk bakımından, diğer sporların bizden bir ışık yılı kadar ileride olduğunu fark ettim. Onlara kıyasla biz neredeyse hiçbir şey yapmıyorduk. İki saatlik antrenman ve birazcık fiziksel egzersizden ibaretti her şey. İnsanlar birden fazla antrenman seansının fiziksel açıdan imkansız olduğunu düşünüyorlardı.”
Lobanovski’nin takımı sonraki yıllarda da kamp için Ruit ziyaretlerine devam etti. Rangnick de oradaydı; her gün not defteriyle taç çizgisinin kenarında beliriyor, tam olarak ne yaptıklarını ve nasıl yaptıklarını idrak etmeye çalışıyordu. Bir yandan da Pro antrenörlük lisansı için Köln’de sınavlara giriyordu, sonunda sınıfının en genç öğrencisi olarak en iyi dereceyle mezun olmayı başardı. Rangnick, o günlerde Alman Futbol Federasyonu’nun ders programının da yetmişlere saplanıp kaldığını söylüyor:
“Temelde takvimler 1974 yılında durmuş gibiydi, hiçbir gelişme yoktu. Milli takım gibi Bundesliga kulüpleri de bir liberoyla sahaya çıkarlardı ve adam markajı, öncelikli sistemdi. Değişime gerek yoktu, başarılıydık. Yeniliğin yegane temsilcileri Pal Csernai gibi yabancı antrenörlerdi, onun döneminde Bayern Münih bir çeşit ‘topa sahip olma futbolu’ oynuyordu. Happel de Hollanda’yı çalıştırdığı yıllardan miras (1977-78) alan savunmasını Almanya’ya getirmişti. O keskin Avusturya aksanıyla şöyle derdi: ‘Adam markajı uygulamak, sahaya on bir eşek sürmekle eş değerdir.’ Ne var ki onun HSV takımı da topa baskı yapmazdı. Top rakipteyken çoğu zaman yanlamasına hareket ederlerdi.”
1985’te Rangnick, VfB Stuttgart amatörlerini çalıştırmakla görevlendirildi. Aynı yıl, yapı mühendisliği eğitimi aldıktan sonra kendini futbol taktikleri alanında yetiştirmiş ve “Ballorientierte Raumdeckung” adı verilen ve alan savunmasını topa agresif baskıyla birleştiren sistemi Almanya’ya takdim etmiş antrenörle tanıştı. Bu antrenörün ismi Helmut Groß’tu.
Happel yönetimindeki Oranje’yi etüt eden Groß, alan savunmasının defans yapan takım için enerjinin çok daha etkin kullanımı anlamına geldiğini anlamıştı. O halde neden bu enerji fazlası, savunmayı önde başlatmak, rakibi kendi yarı sahasının derinlerinde karşılamak, onları burada hataya zorlayarak topu daha erken geri kazanmak için kullanılmıyordu?
Baden-Württemberg eyaletinde yer alan altıncı küme takımı SC Geislingen’in antrenörü olarak, bu yeni ve radikal metodu büyük bir başarıyla uygulamaya geçirdi. Birkaç yıl sonra bölgesel futbol birliğinin antrenörlere eğitim vermek için oluşturduğu bir tür think-tank ekibinin başına getirildi. Rangnick de çalışmaya katılan antrenörlerden biriydi ve zamanla Groß’un en sevdiği çırağı oldu. “Burası fikirlerin ve deneylerin uygulandığı bir laboratuvar gibiydi. Saatler boyu taktik tartışırdık, bazen sabaha kadar... Groß’a, önerdiği futbolun işlemesinin neden mümkün olmayacağına dair binlerce şey sayardım. Beni dinler ve oyunu kontrol etmek isteyen bir antrenörün bunu ancak ‘topa karşı’ çalışmak üzerine berrak bir planla becerebileceği cevabını verirdi. ‘Endişelerini ve korkularını anlayabiliyorum, çünkü bir oyuncu olarak böyle eğitim görmüşsün. Ama bunları aşman ve sisteme güvenmen gerek’ derdi. Bir süre sonra beni sahanın geneline yayılmış bir alan savunmasının ve önde baskının (high pressing) yalnızca mümkün olduğuna değil, bunun futbolu ileriye götürecek tek yol olduğuna da ikna etti.”
Groß, fikirlerini bizatihi işin ustasına karşı başarıyla uygulamaya koymanın bir yolunu dahi buldu. Ruit’teki devre arası kamplarından bir başkası sırasında Lobanovski yönetimindeki Dinamo Kiev, beşinci küme takımı VfL Kirchheim önünde 1-1’lik beraberlikle yetindi. Bu kasaba takımı, Groß’un kılavuzluğunda iki kez Baden-Württemberg eyalet şampiyonluğu da yaşayacaktı.
1984’ün Eylül ayında, Groß’un SC Geislingen’deki halefi Jakob Baumann, Federasyon Kupası tarihinin en büyük sürprizlerinden birine imzasını attı. Baumann’ın amatör öğrencileri, Happel yönetimindeki Hamburger SV’nun süperyıldızlarını önde baskı ile şaşkına çevirip maçı 2-0 kazandılar. HSV orta sahasındaki Felix Magath, maçtan sonra Stuttgarter Zeitung’a “Üzerimize bir arı kümesi (Schwarm) gibi üşüştüler, bizi sürekli rahatsız ettiler” diyecekti.
Groß ve Rangnick, antrenörler için el kitapları hazırlamaya ve kendi antrenman rutinlerini geliştirmeye başladılar. “Bizim başvurabileceğimiz ne bir kitap ne de bir antrenman metodu vardı,” diyor Rangnick, “elbette bu sistem için bir terminoloji de oluşturulmamıştı henüz.” Arkadaşlarının İtalya’dan yolladıkları video kasetlerden Arrigo Sacchi yönetimindeki AC Milan’ı etüt ediyorlardı. Groß’un antika kayıt cihazında pozisyonları durdurmak, geri ya da ileri sarmak asırlar sürüyor; aşırı kullanımdan dolayı cihaz sık sık bozuluyordu.
Sacchi’nin çifte Avrupa Kupası şampiyonu takımı, Marco van Basten, Frank Rijkaard ve Ruud Gullit’ten oluşan Hollandalı üçlüsüyle birlikte kolektif mükemmeliyet için bir referans halini almıştı. Lakin eski bir ayakkabı satıcısı olan Sacchi yalnızca bu yüzden değil, daha kişisel bir anlamda da Rangnick için bir rol modele dönüşmüştü: “Büyük bir şöhreti yoktu, parlak bir oyunculuk kariyerinden gelmiyordu. Bunun yanında [Fransız komedyen] Louis de Funès gibi bir görünüşü vardı. O günlerde bir Alman kulübünün böyle bir adamı A takımının başına getirmesi tasavvur edilebilir bir şey değildi. Sacchi, kalıpları yıkmıştı.”
1989’da VfB Stuttgart, Groß’u işe aldı ve tüm altyapı faaliyetlerine nezaret etmekle görevlendirdi. Groß ilk günden Ballorientierte Raumdeckung’u tüm yaş kategorilerinde zorunlu kılacak bir talimatı yürürlüğe soktu. Çok geçmeden onu Rangnick takip etti ve Svabya kulübünün A genç takımının (bir başka deyişle rezerv takımın) antrenörlüğüne getirildi. Bu tip bir futbolun işlemesi için Hollandalı süperyıldızlara ya da Dinamo takımının müşterek dehasına ihtiyaç duymadığına artık o da kesin olarak kanaat getirmişti: “Yedinci küme takımı SC Korb’da geri dörtlüye ve alan savunmasına geçiş yapmıştım ve devre arasından sonra neredeyse hiçbir maçı kaybetmemiştik. Amatörlerle mümkün oluyorsa, her takımla mümkündür.”
Ama koşmak zorundaydılar. Çok fazla. 1991’de Güney Tirol’de tatil yapmakta olan Rangnick, Zdenek Zeman’ın takımı Foggia’nın sezon öncesi kampını Terenten’de, yani bir buçuk saat mesafedeki bir dağ köyünde yaptığını öğrenmişti. “Zeman üçüncü ligden aldığı Foggia’yı isimsiz topçularla iki yıl içinde Serie A’ya taşımıştı – tamamıyla agresif bir pres ve tüm sahaya yayılan bir alan savunması sayesinde. Bu mucizeye İtalya’da Zenlandia adını vermişlerdi. Bu adam benim manevi kardeşim, diye düşünüyordum. Eşim bundan hiç hoşnut değildi ama her gün oraya gidip antrenmanlarını seyrettim.” Zeman, oyuncularına on kilometre tempolu koşu yaptırıyordu. Rangnick’e, bu futbolu oynatmak için ligin en fit takımına ihtiyacı olduğunu söylemişti, aksi takdirde en ufak bir şansı olmazdı. “Zeman’la konuştuğumda şunu fark ettim,” diyor Rangnick. “Biraz pres yapmak yeterli değildi. Bu ‘biraz hamile olmak’ gibiydi, hiçbir anlamı yoktu.”
Rangnick’in gençleri, Stuttgart’a bir ulusal gençler şampiyonluğu kazandırdı. Son 16 aşamasında, yenilmez kabul edilen bir Bayern Münih takımını (Dietmar Hamann ve Christian Nerlinger gibi küçük ilahlar bu takımın kadrosundaydı) elemişlerdi. Sezon sonunda Rangnick, kulübün altyapı ve amatör futbol direktörlüğü görevine yükseltildi, ancak 1994’te A takımın başındaki Jürgen Röber’in yardımcıları arasında yer bulamayınca istifa etmeyi seçti. Rangnick’in yöntemlerinin daha geniş bir ilgiye kavuşmasına epeyce zaman vardı; üçüncü kümenin derinliklerinde SSV Reutlingen ile alınan iyi-ancak-gösterişsiz sonuçlar ve bir sonraki durağı SSV Ulm’de yapılan zor bir başlangıçla geçirilen on sekiz ay.
O sırada başka bir yerde, alan savunması, pres ve dörtlü savunma ilkeleri, 2. Bundesliga’nın daimi averaj takımlarından Mainz 05’ün başındaki Wolfgang Frank sayesinde Alman profesyonel futbol hiyerarşisine sessiz sedasız giriş yapıyordu. Frank, yetmişlerin sonunda Eintracht Braunschweig formasıyla 52 gol atmış eski bir Bundesliga santrforuydu. Ufak tefek yapısı ve hava toplarındaki etkinliği nedeniyle “Pire” (Floh) lakabını almıştı. Sacchi’nin müsvedde defterlerinden ve İsviçre milli takımının eski antrenörü Daniel Jeandupeux’nün yazdığı Dörtlü Savunma Felsefesi başlıklı makaleden ödünç alınmış taktiksel düşünceleri ise kati suretle ağır sıklet kategorisine aitti. Jeandupeux’nün makalesi 1995 yılında Fußball Training adlı profesyonel antrenörlük dergisinde yayımlanmıştı ve topun çevresinde sayısal üstünlük kurmanın gerekliliğini savunuyordu. 1999’da Süddeutsche Zeitung’a konuşan Frank, bu yaklaşımı ilkokul çocuklarının oynadığı futbolun sofistike bir yorumu olarak açıklıyordu: “Herkesin topu kovalaması gerekiyor.” Rakibin oyununu kanat bölgelerinde çıkmaza sürüklemek, Jeandupeux’ye göre bu stratejinin kilit noktalarından biriydi. Top kazanıldığı anda ise kendi oyuncularınız bir arı kümesi gibi dağılmalı ve rakibin yarı sahasına hızla intikal etmeliydi. “Yumruğunuzu açtığınızı düşünün” diyordu Frank.
1995’in Eylül ayında takımı düzlüğe çıkarması ümidiyle Frank’ı göreve getirdiğinde Mainz, sekiz maçta bir gol dahi atamamıştı ve bir puanla ligin dibine demir atmıştı. Savunma hattında çok göze çarpmasa da sağlam bir iş çıkaran, takımın sarışın stoperi şöyle diyor: “Gayet iyi bir oyuncu grubu vardı, ancak takım olarak ölü gibiydik.” Sarışın stoper, daha sonra oyuncu-antrenör olarak 05 kulübesinde Frank’ın yerini alacak. İsmi Jürgen Klopp.
Frank, getirdiği stratejiyle birlikte –oyuncu kalitesinden bağımsız olarak– her rakibi alt edebileceklerini söylediğinde takımın güvenini kazanmıştı. “Bizi ilk günden ikna etmişti,” diyor Klopp. “Düşme hattından çıkmayı o kadar çok istiyorduk ki, puan kazandıracağını bilsek bir ağaca 150 kez tırmanabilirdik.” Buna gerek yoktu. Gelgelelim adam markajından etkili bir alan savunması sistemine geçiş yapmanın yolu, Frank’ın hesaplarına göre, 150 ağır antrenman seansından geçiyordu. Mainz oyuncuları birbirini takip eden antrenmanlarda saatler boyu soğuk havaya maruz kalıyor, yere saplanmış direkler arasında çetrefil paternleri takip ederek hareketlerinde bir ahenk yakalamaya çalışıyorlardı. Rüşdünü çoktan ispat etmiş bazı profesyoneller bu çalışma düzenine direnç gösterebilirlerdi. “Almanya’da antrenmanın eğlenceli olması amaçlanır, top her zaman işin içindedir: kanat ortaları, şut idmanları, ortada sıçan...” diyor Klopp. Buna mukabil, Frank’ın sisteminde antrenmanda sarf edilmesi gereken çaba muazzam boyutlardaydı.
“Ama şöyle düşünmüştük; Gullit ve Van Basten bunu Milan’da öğrenmek zorunda kalıyorsa, biz de alışabilirdik.”
Yeni stratejinin hayata geçirilmesiyle birlikte, Mainz sezonun ikinci devresinde 32 puan topladı (sadece ikinci ligde değil, birinci ligde de bu puana ulaşabilen takım çıkmamıştı) ve orta sıralara tutundu. Mütevazı yetenekleri, kısıtlı finansal kaynaklarıyla ikinci kümenin karanlıklarında bütün farkı yaratan işte bu avangard taktiklerdi. “Frank gelmeden önce takımda orman kanunları geçerliydi, üzerinde forma olan her şeyi kovalıyorduk,” diyor Klopp. “Onunla birlikte, aldığımız sonuçlar bir ölçüde bireysel yeteneklerden bağımsız bir hale geldi. O güne kadar, sahaya çıkan iki takımdan daha kötüsü olduğumuz için hep kaybedeceğimizi düşünürdük.” Bazen daha iyi bir örgütlenme sayesinde de denklik yakalanabiliyordu.
Kendini sürüden ayırmanın ve –çok fazla para harcamaya gerek duymaksızın– lige hakim olan vasatlıktan farklılaştırmanın bir aracı olarak, yeni ‘konsept’, bu seviyede ağır ağır ve pek de gürültü çıkarmadan kök saldı. Volker Finke yönetimindeki SC Freiburg, dörtlü savunmanın daha temel bir sürümüyle birinci lig ve ikinci lig arasında mekik dokuyordu. Benno Möhlmann, Fürth’te daha deneysel takılıyordu. Wattenscheid ve Uerdingen de modaya ayak uydurmakta gecikmediler.
Klopp’un sözcükleriyle; bu ‘egzotik küçük grubun’ poster çocuğu ve sözcüsü, Rangnick’ti. 1997-98 sezonunda, becerikli ve istekli ama ayaktakımından oyuncularla, SSV Ulm 1846’i üçüncü kümeden (Regionalliga Süd) alıp 2. Bundesliga’ya taşımıştı. Fakat Rangnick’in futbol ideolojisinin takdir görmesi biraz zaman alacaktı. O yaz yerel bir gazetede, oyuncularına Dünya Kupası’nı kazanan Fransa’nın maçlarını izleten Rangnick’i alaya alan bir haber çıktı. Kim olduğunu sanıyordu?
Gelgelelim lig başlamadan evvel geniş çevrelerce küme düşmeye aday gösterilen Serçeler (Die Spatzen) yüksekten uçmaya devam edip ilk on altı maçlarında mağlubiyet yüzü görmeyince, müesses nizamın temsilcileri de daha fazla dayanamadılar ve yerlerinde doğrulup izlemeye koyuldular. Donaustadion’da olağan dışı bir şey yaşanıyordu. Ve daha da önemlisi, ‘yeni’ bir şey...
Frankfurter Allgemeine Zeitung, Ulm’ü “bir modern futbol adası” olarak methetti. Erich Ribbeck ile birlikte milli takımın yardımcı antrenörlüğüne getirilen, eskinin Real Madrid liberosu ve Euro 1980 şampiyonu Uli Stielike ise ülkenin ağırbaşlı büyük dergilerinden Der Spiegel’e verdiği mülakatta Rangnick’in takımının “Alman futbolunun geleceğini” temsil ettiğini söyleyecek kadar ileri gitti. TAZ gazetesinin Eylül 1998 tarihli bir nüshasında ise iğneleyici tondaki şu cümle yer alıyordu: “Ulm’ün 14 yaş altı takımı alan savunması yapabiliyor... A milli takımın aksine.”
Berti Vogts ile çıkılan Fransa ’98 yolculuğu çeyrek finalde nihayetlenince, uzun yıllardır dile getirilmemiş olan tüm o rahatsız edici, tuhaf sorular da ilk kez yankı bulmaya başladı. Kör bir teslimiyet içinde bağlandığı liberolu sistemle Alman futbolu çağın gerisinde mi kalıyordu? Sahi, zirveye oynayan tüm yabancı takımlar niçin geri dörtlü tercih ediyorlardı? Gözlükleri ve dingin ses tonuyla size ilk bakışta diş hekiminizi hatırlatacak Rangnick, sanki –bir panacea gibi– tüm cevapları elinde bulunduruyordu.
1998’in Aralık ayı... Almanya’nın gece yarısı yayınlanan ve örneğin ticari Sat 1 kanalının çay saatinde yayınladığı ran’a nazaran bir parça daha rafine bir izleyici kitlesine seslenen maç özetleri programı ZDF Sportstudio, Rangnick’i aralarına katılıp manyetik bir taktik tahtasının önünde, konuya yabancı insanlara “vaaz vermeye” davet etti. Sunucu Michael Steinbrecher’in takdimi her zamankinden daha özel bir konuğu işaret eder gibiydi ve yalnızca bu bile, 1963’ten beri yayınlanmakta olan programda futbol teorisine böylesi etraflı bir bakışın ne kadar radikal ve olağan dışı karşılandığını belli ediyordu. “Burada geri dörtlü ve alan savunması gibi kavramları son birkaç yıldır konuşuyoruz ve insanların bu sistemden söz edildiğinde neredeyse hayranlıkla kulak kesildiğini gözlemliyoruz,” dedi Steinbrecher. “Bununla birlikte, evlerinde bizi izleyen çok sayıda kişiden de tüm bunların ne demek olduğunu hala tam olarak kavrayamadıklarını duyuyoruz. Siz, Herr Rangnick, bize olup biteni gösterebilecek misiniz?”
Elbette gösterebilecekti. Bol kesim siyah takım elbisesiyle Rangnick, daha ziyade havalı bir mimarlık ofisine aitmiş gibi duruyordu belki. Ama doksan saniyelik incelikli ve tutarlı sunumu, stüdyodaki seyircilerce prova edilmemiş bir alkışla ödüllendirildi. “Can kulağıyla dinledik” diyerek sözü geri alan Steinbrecher, Rangnick’in tefekkürünün bir bölümünü “kendi sözcükleriyle” tekrarlamaya koyuldu ve bu sırada teknik terimlerin bir kısmını dışarıda bıraktı.
Hafızalara kazınan bir program olmuştu, fakat bunun pek de doğru gerekçelerle olduğu söylenemez. Almanya’nın önde gelen, köşe başlarını tutmuş tüm antrenörleri, Rangnick’in sunumuna bozulmuş gibiydi ve kısa bir süre sonra tepkilerini yüksek sesle dile getirmeye başladılar. “İtalya, İspanya, İngiltere, hatta İsviçre’de yayınlanmış olsa, Sportstudio programındaki o sunum karşısında insanlar herhalde sıkıldıklarını göstermek için esnemeye başlarlardı,” diyor Rangnick. “Böyle bir tepki beklenirdi, zira o günlerde bu ülkeler bizden fersah fersah öndeydiler. Ama Bundesliga’nın eski muhafızları, yeni olandan korkmayı alışkanlık edinmiş gelenekçiler, gördüklerinden hoşlanmadılar. Genç bir antrenör olarak, futbol dünyasındaki bu tiplerin ne kadar hassas olabileceklerini kestirememiştim.”
Rakip antrenörler kendi aralarında konuşurlarken Rangnick’ten “Profesör” diye bahsediyorlar, onu gerçek dünyadan soyutlanmış, ukala bir koltuk filozofu olarak alaya alıyorlardı. Bu küçümseyici yafta çok geçmeden medya tarafından da benimsendi. Programın etkisiyle Rangnick, birinci ligdeki ilk yılları boyunca da bu olumsuz çağrışımlarla baş etmek zorunda kaldı. “Sportstudio’ya çıkmak bir hataydı. Herkese kendi taktiklerimden söz etmek aptalcaydı. Bunlar daha önce tartışılmış şeyler değildi. Bir kuramcı sayıldım – bunu bir hakaret olarak kullanıyorlardı. Bir kuramcı, o günlerin hakim görüşüne göre, bir uygulayıcının karşıtı demekti.”
Ulm ile geçirdiği harika dönem, bir yıl sonra Stuttgart’a teknik direktör olarak dönüşünü belgeleyen kontratı almasını sağladı. Böylece Svabya temsilcisinde bir yıl içerisinde işbaşı yapan beşinci teknik direktör oluyordu. Başkan Gerhard Mayer-Vorfelder, önce Mayıs 1998’de Joachim Löw’ü, ardından da sırasıyla Winfried Schäfer, Wolfgang Rolf ve aynı zamanda Helmut Groß’un başlattığı hareketin bir parçası da olan, müstakbel 21 yaş altı milli takım antrenörü Rainer Adrion’u kovdu. Rangnick görevinden Mart ayında istifa etmiş olmasına rağmen, Ulm üst üste ikinci sezonunda da küme yükselme başarısı gösterdi. Profesör, eve dönmüştü. Lakin taktiksel ilerleme için bir dönüm noktasını imlemesi gereken bu dönem, bir geri adımla neticelendi. Devrim, birinci ligin güçlü ve insafsız stadyum ışıkları altında eriyip gitmişti.
Stuttgart’ta –gerek yönetim düzeyinde gerekse de soyunma odası sınırları içinde– değişime gösterilen direnç, Rangnick’in öngörülerini fazlasıyla aştı. Rangnick’in antrenman sahasının ve yedek kulübesinin ötesine geçen kararlarda da söz sahibi olma teşebbüsleri, işlerin bugüne kadar yapılageldiği haliyle devam etmesinden çıkarı olan kimselerce püskürtüldü. Taktiksel görüşlerinin, gol bulma yolunda büyük ölçüde Bulgar oyun kurucusu Krassimir Balakov’un dehasına bel bağlamış takıma ne kadar uyduğu da tartışmaya açıktı. Balakov, Brezilyalı santrfor Giovane Élber ve Almanya milli takımının forveti Fredi Bobic ile birlikte oluşturduğu sihirli üçgenden (Magisches Dreieck) geriye kalan tek oyuncuydu. Bu üçlü, Stuttgart ile birlikte 1997’de Federasyon Kupası’nı kaldırmış, ertesi yıl da Löw yönetiminde Kupa Galipleri Kupası finalinde Chelsea önüne çıkmıştı. Kulüp başkanı Mayer-Vorfelder’in gözdesi olan Balakov, sahada caka satarak dolaşırken oyuna hükmeden ve her topu ayağına isteyen klasik bir 10 numaraydı.
Bireysel yetenek alanındaki açıklarını ancak sıkı çalışmayla telafi edebileceklerinin bilincindeki bir grup amatörle ya da ikinci lig oyuncularıyla kolektif, aman vermez bir pres futbolu oynamak başka şeydi, Balakov ve diğer görmüş geçirmiş profesyonellerin ‘mavi yakalı’ futbola gönül indirmesini beklemek başka... Profesör Ralf, kendisini zaptı zor bir sınıfın başında buldu. Deneyimli meslektaşlarının üstü kapalı sataşmaları ve basının işlemeye devam ettiği olumsuz imajı da elini zayıflatıyordu: asosyal bir ‘kafa adamı’ (Kopfmensch), oyunculuk yıllarında hiçbir şey başaramamış olmasına rağmen bugünün yıldızlarına –Dünya Kupası oynamış, şampiyonluk görmüş en parlaklarına bile– demode bir futbol oynadıklarını söyleyen bir ukala.
Hem durup dururken şu tekerleği yeniden icat etme gereksinimi de nereden çıkmıştı? Dünya Kupası’ndaki kepaze (Alman standartlarında) çeyrek final mağlubiyeti sonrası patlak veren kısa süreli iç muhasebe dönemi çoktan kapanmıştı. Vogts çareyi FIFA komplolarını (“kazanmamızı istemeyen birileri vardı”) suçlamakta buldu, zaten geri kalan herkes de Vogts’u suçluyordu. Kulüp takımlarının Avrupa’daki başarılarına devam etmesi, acil bir yapısal değişimin zaruriyetini öne sürenlerin baskısının daha az hissedilmesine yol açmıştı. Bundesliga ekipleri, Şampiyonlar Ligi’nde mütemadiyen iyi iş çıkarıyorlardı. 1997’den 2002’ye değin, her sezon en azından yarı finali gördüler, tam dört kez finale çıktılar (‘97, ‘99, ‘01, ‘02) ve iki kez de sahadan kupayla ayrıldılar (Dortmund ‘97, Bayern ‘01). Dolayısıyla, Alman futbolunu taktiksel kuraklıktan kurtarıp ‘yabancı’ ve sofistike fikirlerin vadedilmiş topraklarına taşımak için kendi kendine peygamberlik ilan etmiş birisine ihtiyaç yoktu.
Çelişkili bir biçimde, milli takımdaki feci Ribbeck & Stielike dönemi de (Euro 2000 gruplarında bir beraberlik ve iki mağlubiyet alan Almanlar, tarihi bir utanç yaşamışlardı) ülkenin futbol stilinde bir eksen kayması talep edenlerin lehine sonuç vermedi. 1998 sonbaharında Vogts’un halefi olabilmek için rekabete girişen ikili gülünç bir beceriksizlik sergilemiş, buna rağmen sonunda ‘tuhaf, mutsuz bir çift’ olarak göreve getirilmişlerdi.
Alman Futbol Federasyonu tarafından göreve getirilen ilk isim olan Stielike, milli takımda dörtlü savunmayı yeğliyordu. İspanya’daki yarı-emekliliğinden koparılıp Stielike’nin üstüne getirilen mülayim mizaçlı “Sir Erich” ise liberolu sistemden vazgeçmek konusunda emin değildi. “Konsept dedikleri şey saçmalığın daniskasıdır; anlamı olan tek şey, sıradaki maçtır” diyecekti bir basın toplantısında. Görevdeki ilk yüz günü süresince “yaşadığı en büyük hayal kırıklığı” sorulduğunda ise, Rangnick’in televizyon sunumunu anacaktı: “Taktikler ve sistemlerle ilgili maksadını aşan tartışmalara tanık olmak. Beni en çok hayal kırıklığına uğratan buydu. Bir arkadaşımızın ZDF Sportstudio programına katılması ve Bundesliga’daki antrenörlerin tamamını gerizekalı yerine koyarak, tüm o bayağılıkları bir işportacı gibi satmaya çalışması mesela...” Franz Beckenbauer de milli takım antrenörünü aleni olarak onaylayacaktı. Der Kaiser, Kicker dergisiyle söyleşirken şöyle konuştu: “Sistem üzerine tüm bu konuşmalar saçmalıktan ibaret. Bizim oyuncularımızın aksine, diğer takımlar topla daha fazla şey yapabiliyorlar. Alan savunması yapmışsın, savunmayı dörtlemişsin ya da libero oynatmışsın, ne fark eder... Dörtlü savunmanın ölümcül olacağı durumlar da vardır.”
Hazırlık maçlarındaki başarısız sonuçların ardından, milli takımın başındaki ikilinin yaşadığı anlaşmazlıklar da ayyuka çıktı. Stielike, patronu ile “senkronu tutturmakta” her zaman başarılı olamadığını itiraf etti. Turnuvaya birkaç hafta kala Ribbeck, istenmeyen adama dönüşen yardımcısının yerine Horst Hrubesch’i getirdi.
Bayern Münih ve Leverkusen’in eski teknik direktörü, şampiyona arifesinde, taktiksel olarak eski ile yeni arasında ‘orta yolcu’ bir yaklaşımı takdim etti. Halen kaptanlık pazu bandını taşıyan otuz dokuz yaşındaki emektar Lothar Matthäus’a ‘savunma hattının önündeki libero’ görevi verilmişti. Turnuvada sahaya bir ‘son adam’ ile çıkan iki takımdan biri Almanya, diğeri ise Türkiye’ydi. Bu aslında tüm kıtadaki taktiksel yönelimin bir uzantısıydı. Ribbeck’in takımı, sıkı deparlar atmak ve savaşmak gibi ‘Alman faziletlerini’ yeniden üretmenin ötesinde ne yapması gerektiği konusunda pek de fikir sahibi değildi.
Nisan ayında Bayern’in orta saha oyuncusu Jens Jeremies herkesi uyarmıştı: “Takım içler acısı bir durumda.” Bundan iki ay önce Hollanda’ya karşı kaybedilen bir hazırlık maçında Ribbeck, hücuma dönük orta saha oyuncusu Zoltan Sebescen’i sağ bek pozisyonunda oynatmıştı. Wolfsburg’un genç oyuncusu daha önce burada hiç oynamamıştı. İlk yarı boyunca Boudewijn Zenden’in hızına yetişemedi, devre arasında oyundan çıktı ve bir daha da milli takıma seçilmedi. Tevatüre göre Ribbeck, Sebescen’e “Real Madrid’de oynayan oyuncuya dikkat etmesini, topu çizgiye taşıyarak rakiplerini geçtiğini” söylemişti. Zenden o sırada Barcelona forması giyiyordu ve en güçlü yanı içe doğru kıvrılarak attığı çalımlardı.
Jeremies, Markus Babbel, Dietmar Hamann ve Christian Ziege’den oluşan Bayern Münih dörtlüsü, Euro 2000’in bir felakete dönüşmesinin işten bile olmadığını görebiliyordu. Turnuvanın hemen öncesinde, aynı anda iki sorunu birden çözebilecek bir darbe planı yaptılar. Komplocular, bacaklarında orta sahadaki yükü çekecek derman kalmamış Matthäus’a görevi basiretsiz Ribbeck’ten devralmasını teklif ettiler. Gelgelelim Almanya’nın en çok milli olan oyuncusu (150 maç) bu darbeyi desteklemeye yanaşmadı.
Korkunç bir acizlik içinde geçen üç maçın ardından Bild gazetesi, kapağında milli takım forması giyen 11 Bratwürste’ye yer verdi. (Bratwurst, yani Almanların meşhur ızgara sosisi, Almanya’da yalnızca bir milli futbolcuya değil, herhangi birisine edilebilecek en ağır hakaretlerden biriydi.) Bulvar basını, Portekiz’in B takımı karşısında alınan 3-0’lık mağlubiyet sonrası kadrodaki Bayern oyuncularının teselliyi bira bardaklarında aradıkları gecenin ayrıntılı bir dökümünü de okuyucularıyla paylaştı. Gazetelere bu bilgiyi kim sızdırmıştı? Matthäus daha sonra kuşe kağıda basılan dergilerden birine, başarısızlıkla sonuçlanan suikast planını ifşa etmediği için pişmanlık duyduğunu söyledi: “O gün her şeyi açıklasaydım, turnuva bitiminde aptal konumuna düşen ben olmayacaktım. Herkes beni milli takımdan uzaklaştırmaya çalışan o kokuşmuş çizmeleri (Stinkstiefel) konuşacaktı.” Ribbeck, Haziran ayı bitmeden görevinden ayrıldı. Matthäus’un milli takım kariyeri de nihayet sona ermişti.
Liberolu sistemi ortadan kaldırmak ise daha zordu. Franz Beckenbauer belki bu mevkinin mucidi değildi, ancak onu üzerine öyle başarılı bir şekilde yakıştırmıştı ki Alman futbolu için bir inanç nesnesine dönüşmüştü. Oyun kurucunu sahada marke edilemeyeceği kadar geriye yerleştirmek, Alman futbolunun adam markajına verdiği zekice cevaptı. O kadar uzun süre boyunca o kadar iyi işledi ki, adam markajı dünyanın hemen her yerinde tedavülden kalktığında bile durup da ‘serbest’ bir oyuncunun artık nasıl bir geçerliliği olabileceğini düşünenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmedi. Milli takım, liberosuna prangalanmıştı ve bu taktiksel konsept ülkede savunmayı çekip çeviren, orta sahaya liderlik eden ve bunların yanında ara sıra takımın kaderini belirleyen gole de imzasını atan, gücü her şeyin üstünde bir Fußballgott’a duyulan endişe verici özlemi de ele veriyordu.
Liberolu sistem milli takım seviyesinde öylesine köklenmişti ki, bu mevkiyi taktiksel bir çöplüğe göndermek, Ribbeck’in halefi Rudi Völler’in iki senesini aldı. Almanya ilk kez onun yönetiminde, 2002 Dünya Kupası’ndaki 2-0’lık Kamerun maçında gerçek anlamda bir geri dörtlüyle oynadı.
Gelgelelim, yaşanan yalnızca yüzeysel bir gelişimdi. Gerçek değişim henüz kendini göstermemişti. Ribbeck döneminin emsalsiz perişanlığı ve gitgide belirginleşen bireysel yetenek yoksunluğu, kavranması daha zor bir konu olan derin taktiksel zaafların gözden kaçırılmasına neden oldu.
Daha ciddi gazetelerde, savunmayı geride ve kalabalık kuran, niyeti rakibinin oyununu bozmak olan ve kazanmak için duran toptan bulabileceği bir gole bel bağlayan milli takımın Alman futbolunun ilkel bir karikatürüne dönüşmesi ile futbol dünyasında dört başı mamur fikirlerin üretilememesi arasında bağlantı kuran birkaç tane tam sayfa makale yayımlandı. Lakin futbolun kopardığı onca patırtı arasında bu tartışmaya kulak vermek güçtü. Doksanların sonuna denk gelen ‘yeni ekonomi’ güdümlü patlama yıllarında futbol ülkedeki bir numaralı eğlence ürünü olmuştu. Kameralarını saha dışındaki tiyatroya çeviren ticari Sat 1 kanalı da bu sürece çanak tutmuştu. Bu kanalın maç haberleri, ekseriyetle, kulüp patronlarının tribündeki tepkilerinin uzun planlarını kullanırdı ve antrenörlerin terli koltuk altları ile kamera arasında bir aşk yaşanıyor gibiydi. Bitiş düdüğünün hemen ardından oyuncular ve hakemler, muhabirler tarafından, rakip takım ya da takım arkadaşları hakkında “tartışma yaratacak” bir şeyler söylemeleri için tahrik edilirlerdi. Sat 1, Bundesliga’yı kahramanlar, palyaçolar ve vahşi hayvanlarla dolu bir sirk olarak sahneye koyuyordu. Televizyonun gördüğü futbol, kabarık duyguların (aşk, nefret, öfke) yayına verilmesiyle ilgiliydi; iç sıkan bir zanaatkarlığın değil.
Kulüpler başlangıçta bu gelişmeyi hoş karşıladı. Bayern’de, sezonun ilk gününde, muhabirlere oyuncuların cep numaralarının bir listesi verilirdi. Personelin her gün her dakika haberlerde olması istenirdi. Amaçlarına da ulaştılar. Sahne ışıklarına o kadar düşkünlerdi ki, kulüp kısa zamanda “FC Hollywood” olarak anılmaya başladı.
Bu ilginin oyuncuların özel hayatlarına sızacak raddeye kadar genişlemesi ise Bayern’i daha az mutlu edecekti. Oyuncuların saha dışı aktivitelerine yönelik ‘açık saçık’ haberler –alkollü halde araç kullananlar, pizzacıda yumruklaşanlar– daha sansasyonel konu başlıkları arayan basın için biçilmiş kaftandı. Bu yeni yönelim halkta karşılık buldu. Stadyumlar tıka basa doldu, televizyon reytingleri tavan yaptı ve futbol, radyo dalgalarını ve manşet sütunlarını “olay yaratacak” sözlerle, alfa erkekleri arasındaki çekişmelerle ve delice şeyler yapan delice adamlarla işgal eden, yirmi dört saatlik bir pembe diziye dönüştü. Bu görüş, Der Tagesspiel’in haykırışında yankılandı: “Yüce Tanrım, Alman futbolu gerçekten de bir pembe diziden mi ibaret?”
Maç sonu “analizleri” neredeyse tamamen psikolojik unsurlara odaklandı; takım dinamikleri, hiyerarşi ve otorite ile ilgili müphem fikirler dolaşıma sokuldu. Kendimi eski bir antrenörün bir mağlubiyetten soyunma odasındaki “fazla ahengi” sorumlu tuttuğu, bir başka eski profesyonelinse sorunun “yeterince birliktelik kuramama” olduğundan aynı derecede emin gözüktüğü sohbet programlarında (DSF kanalındaki Doppelpass) otururken buldum. “Karakter eksikliği” ya da “karakterli oyuncu eksikliği” de sevilen diğer açıklamalar arasındaydı. Çoğu oyuncunun, içten içe tembel ve şımartılmış olduğuna yönelik geniş çevrelerce benimsenmiş bir şüphe söz konusuydu. Bu oyuncuların, uzmanlıkları seslerinin çıkabildiği desibel seviyesi ile ölçülen antrenörler tarafından koşturulmaları şarttı. Sadece motivasyon konusunda en güçlü olanlar, takımlarının iyi oynamasını sağlayabilirlerdi. Bunu beceremediklerinde, artık onların bataryalarını yükleyecek kadar ileri gidemez olduklarında, kulübün yeni birisine ihtiyacı var demekti. İşleri fazla karmaşıklaştırmaya gerek yoktu. Geri dörtlü mü? Werder Bremen’in ve milli takımın eski oyuncusu Michael Schulz, 2002 yazındaki bir canlı yayın esnasında bana bunun kaynak israfı olacağını söylemişti: “Geride üç kişiyken çoğu zaman hiçbir şey yapmıyorsun zaten. Bu sayıyı dörde çıkarmak işleri daha kötüye götürür.”
İzleyiciler paralı platformdaki (Premiere) canlı maçlara ve Sat 1’ın çay saatlerindeki bol reklamlı, lümpen saçmalıklarına zapladıkça, bir savaş sonrası kuruluşu olan ZDF Sportstudio da gitgide ayrıksılaşıyordu.
Rangnick ve onun kumaşından olan diğer antrenörlerin, bunun gibi bir atmosferde pek fazla yaşam şansı yoktu. Zehirli testosteron katmanını aşmak için açık fikirlilik tek başına yetmiyordu. Rangnick ne yeterince girişkendi ne de yeterince ışıltılı. Yeteri kadar büyük bir isim de değildi. 2000 güzünde, yerel kahraman Balakov ile ilişkisi onarılmaz bir hasar aldı. 1860 Münih ile oynanan bir lig maçında oyundan alınması üzerine antrenörüne küfreden Bulgar yıldız, Rotterdam’daki bir UEFA Kupası maçının kadrosundan çıkarıldı. Dört ay sonra, Rangnick kovuldu.
Hokey taktiksel açıdan futbola çok benzer; on bire on bir oyundan tutun, savunma manevralarına kadar.
Rangnick, on yılı aşkın bir süredir ikinci ve üçüncü kümelerde mücadele eden Hannover 96’i yeniden Bundesliga’ya taşımak üzere bir lig aşağıya indi. Hannover 96 küme yükseldiği sezon ‘asansör’ olmaktan kurtuldu, ancak kulüp patronlarıyla arası açılınca Rangnick 2004’ün Mart ayında yeniden bavulunu hazırlamaya koyuldu. Schalke 04’nın başında 2004-05 şampiyonluğunu kazanmaya çok yaklaştı. Altı ay sonra, genel menajer Rudi Assauer ile arasındaki görüş ayrılıkları burada da dikiş tutturmasını imkansız kılacaktı. Rangnick’in tavizsiz detaycılığı çok fazla sürtüşmeye yol açıyordu:
“Backnang’da maç günü dergilerini babamla birlikte hazırlardık. Çalışmalarım dolayısıyla tıbbi bir yetkinliğim de olduğundan, oyuncuların bandajlarını bizzat sarardım. Maçtan sonra soyunma odasında dolaşan bira kasalarına izin vermezdim, maç sonu egzersizlerini çalıştığım kulüplere ben getirdim. Oyunculara maç bittikten sonra iki saat boyunca sigara içmeyi yasakladım. Reutlingen ve Ulm’de bunları benim yapmamdan memnundular, çünkü bunları yapacak başka kimse yoktu. Stuttgart ve Schalke’de ise bu görevler için işe aldıkları insanlar vardı ve kontrolüm dışındaki bu işleyişi kabullenmekte zorlandım.”
Aralık ayındaki bir Rostock maçından sonra, duygularına teslim olan Rangnick, Schalke’nin stadı Veltins-Arena’da bir çeşit ‘veda turuna’ kalkıştı ve taraftarlarından bolca alkış topladı. Kulüp ve oyuncuların bir bölümü, bu turun onları tahrik etmek amacıyla yapıldığını hissettiler. İki gün sonra, Rangnick kovuldu. Otoritelerin birçoğu aynı fikirde birleşiyordu: Rangnick’in bu seviyede işi bitmişti.
Svabya’nın diğer çocukları ise ses getirmeye başlamışlardı. Milli takımın yeni teknik direktörü Jürgen Klinsmann’ın (VfB’nin eski başkanı Gerhard Mayer-Vorfelder tarafından göreve getirilmişti) Bundesliga’yı oyun stili ve tempo bakımından İngiliz ve İspanyol liglerine kıyasla daha aşağıda gördüğünü ima etmesi birçoklarını gücendirecekti. Yardımcısı, Stuttgart yıllarında Helmut Groß’un teknik ekibinde de yer alan Joachim Löw’dü. (Bu görev için Alman Futbol Federasyonu Rangnick’i de düşünmüştü, ancak yardımcılık pozisyonunun ilgisini çekmediğini açıklayarak bu ihtimali ortadan kaldırmıştı.) Klinsmann’ın düzenli olarak fikir alışverişinde bulunduğu isimlerden biri de Alman milli hokey takımının eski antrenörü Bernhard Peters’di; takımıyla 2002 Dünya Kupası’nı kazanan Peters, dört yıl sonra ikinci şampiyonluğunu da sağlama almak üzereydi ve sporda taktiksel “çapraz tozlaşmanın” faydalarına sarsılmaz bir inançla bağlıydı. Bir keresinde şöyle demişti: “Hokey taktiksel açıdan futbola çok benzer; on bire on bir oyundan tutun, savunma manevralarına kadar. Futboldan ilham devşirebilirim, karşılığında futbolun kullanabileceği bir itki de yaratabilirim.” Alman hokeyi yıllar boyu bir inovasyon yuvası olagelmişti. Video analizi benimseyen ilk sporlardan biri hokeydi, öte yandan kalecileri çalıştırırken özel olarak icat edilmiş bir “top makinesi” kullanmaya da başlamışlardı.
2005 baharında Peters iki hafta boyunca Rangnick’in Schalke’deki antrenman seanslarını etüt etmiş ve burada öğrendiği alan savunması ilkelerini kendi takımına taşıyıp başarıyla uygulamıştı. Peters, aynı dönemde, Mainz’ı çalıştıran Jürgen Klopp’u da ziyaret etmişti. Stuttgart doğumlu Klopp, akıl hocası Wolfgang Frank’ın (o da Svabya bölgesindendi) taktiksel temellerinin üzerine inşa ettikleri sayesinde, “karnaval kulübü” diye adlandırdığı Mainz’ı, dramatik bir biçimde sonlanan iki denemenin ardından, 2003-04 sezonunda nihayet en üst lige yükseltecekti.
Bild, Alman futbolunun Harry Potter’ı olarak sunduğu “Kloppo”nun yükselişini manşetten kutladı. Metal çerçeveli gözlüğü ve meşhur büyücü çırağını anımsatan ‘genç işi’ saçlarının yanında, onun mütevazı Mainz’ı Bundesliga’ya taşıma hikayesinde de bir efsun var gibiydi. Klopp yıllar sonra eşi Ulla’nın yazdığı çocuk kitaplarından söz açıldığında, “Aptal değneğiyle uçan bir Harry Potter falan beklemeyin, kitaplarında sadece futbol var” diyecekti. Bu cümle, pekala, Klopp’un Mainz dönemi için de kullanılabilirdi. Başarısı sihirbazlıkla açıklanamazdı; keşifçi maç planları (“taktikleriniz daha iyi olduğu müddetçe, daha iyi bir takımı yenebilirsiniz”) ile oyuncularından almayı başardığı koşu mesafelerinin bir bileşimi söz konusuydu. Bundesliga’ya yükselme yolunda Mainz’ın karşısına çıkan rakipler arasında Rangnick’in çalıştırdığı Hannover de vardı ve bu dönemde ikili, birkaç meydan muharebesine de girişti. 2013’te Frankfurter Allgemeine Zeitung’a verdiği mülakatta Helmut Groß şöyle diyor: “Puan durumunun zirvesinde mücadele ediyorlar ve birbirlerinin hareketlerini dikkatle izliyorlardı.”
Klopp’un Bundesliga’daki ilk sezonunda, Mainz ligi on birinci sırada bitirdi. Genç teknik direktör, tıraşsız ve biraz da hırpani bir surette markalaşan bulaşıcı coşkusunu futbolun en üst düzeyine taşıdığı için bir itibar kazanmıştı, ancak henüz bir antrenörlük dehası olarak görülmeye başlamamıştı. Bu anlamda bir dönüm noktası yaşayacağı yer ise, kaderin ufak bir cilvesiyle, Rangnick’in kariyerinin büyük bir hasara uğradığı o ZDF stüdyosu olacaktı.
Devlet kanalı ZDF, Jürgen Klinsmann’ın yeni Almanya takımı için bir test sürüşü olacak 2005 Konfederasyon Kupası’nın yayın haklarını elinde bulunduruyordu. Svabya yöresine özgü reformcu dürtüleriyle hareket eden spor müdürü Dieter Grauschwitz de yeni fikirleri deneyip görmek istiyordu. İlkin, Euro 2004’te yönettiği Portekiz-İngiltere maçında verdiği geçersiz gol kararıyla (özellikle de “İsviçreli Banker” lakabını borçlu olduğu The Sun gibi gazetelerden) tepki çekmiş hakem Urs Meier’i yorumcu olarak işe aldı. Mainz merkezli ZDF, yakın menzildeki Klopp’u da bir süredir takip altında tutuyordu ve belagat yeteneğine yabancı olmadıkları genç antrenörü, Franz Beckenbauer’in taze yamağı olarak ekibe katmaya karar verdiler. “Şehir meydanında yaptığı konuşmalarda herkesin gözyaşlarına boğulduğunu, annelerin bebeklerini havaya kaldırıp ‘Ona senin ismini vereceğiz’ diye bağırdıklarını görmüştük,”diyor ZDF spor servisi editörlerinden Jan Doehling. Belki bir tutam abartı var. Ama sadece bir tutam...
Klopp seçimi ciddi bir risk olarak görüldü. Ne oyuncu olarak ne de antrenör olarak mühim bir kupa kazanabilmişti; diğerlerinin yanında hala bir hiç sayılırdı. “Başlangıçta tereddütleri vardı ama bir yıl sonraki Dünya Kupası maçlarını yakından seyretmek istediği için kabul etti, bilet bulma derdini ortadan kaldırmış olacaktık” diyor Doehling. Klopp büyük bir başarıya ulaşacağını kısa sürede kanıtladı, ekranın üzerine daireler ve oklar çizmesine imkan tanıyan video teknolojisine ilk günden ısındı. Doehling’e göre, bu teknoloji de Klopp’un fikriydi: “Çalıştığımız yazılım şirketiyle işbirliği içinde bütün sistemi kendisinin geliştirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü aynı teknolojiyi Dünya Kupası sonrasında Mainz’daki takım toplantılarında da kullanmak istiyordu.”
Doehling, Klopp’un ekranda oyunun taktiksel detaylarına ışık tutarken takındığı üslubu “eğlenceli, komik ve seksi” olarak niteliyor. En önemlisi de seyirciye bilgiçlik taslıyor gibi görünmek istemeyen Klopp’un, kendiyle dalga geçen mizahını devreye sokmasıydı. Onlarla pub’daki bir arkadaşlarıymış gibi konuşuyordu; caka satmadan, tepeden bakmadan ve ukalalık etmeden. Büyük bir aydınlanmaydı. “Bu adamın, meramını nasıl anlatacağını ve insanları nasıl avucunun içine alacağını bildiğini gördük,” diyor Doehling. “Bir siyasi parti kurmuş olsaydı, onu daha ilk seçimde hükümete sokarlardı.”
Mainz antrenörü, 2006 Dünya Kupası’nda yorumculuk mesaisine kaldığı yerden devam etti. Bu kez stüdyoda ona Beckenbauer’le birlikte zaman zaman Pelé de eşlik ediyordu. Klopp’un canlı yayındaki feraset kırıntıları –bir bekin aldığı pozisyondaki ya da bir stoperin rakibin kale vuruşuna verdiği reaksiyondaki sorunları tespit etmek– üzerine Beckenbauer genellikle aynı fikirde olduğunu belirtir biçimde başını sallıyordu. “Beckenbauer’in onayı, Klopp için şövalyelik nişanı almak gibiydi,” diyor Doehling. “Eğer Der Kaiser onun bu işi bildiğini düşünüyorsa, bu işi gerçekten biliyor demekti.”
Berlin’deki Sony Centre’da partileyen bir kalabalığın önünde gerçekleştirilen ZDF kupa yayınları, büyük bir başarıya ulaştı. Doehling alçakgönüllükle Almanya milli takımının performansının, beş hafta boyunca yüzünü gösteren güneşin ve tüm ülkeye hakim olan şölen havasının, programı tek başına yukarı taşıyan büyük bir iyimserlik dalgası yarattığını söylüyor. Ancak ödül kazanan program, Klopp’un katkıları sayesinde tam anlamıyla çığır açmıştı.
Futbol taktiklerine etraflı bir bakış getiren ilk Alman yazarlardan biri olan Christoph Biermann, Süddeutsche Zeitung’daki köşesinde şöyle yazmıştı: “Klopp futbol yayıncılığına, onun Konfederasyon Kupası’nda yorumladığı ilk maçtan önce hiç görmediğimiz bir şeyi getirdi: Sadece sahada olan biten hakkında konuştu.” Hariçten gazel okuyan yorumcuların koltuk psikolojisi, “karakter” saplantısı, kazanma iradesi ve herhangi bir şekilde kanıtlanması mümkün olmayan tüm o görünmez unsurlar gitmiş; yerine küçük ve kolayca düzeltilebilir olan, ama bununla birlikte sahada bütün farkı yaratan şeylere dikkat çeken yorumlar gelmişti.
Bir siyasi parti kurmuş olsaydı, onu daha ilk seçimde hükümete sokarlardı.
Biermann, diğer Bundesliga antrenörlerinin Klopp’a “futbolun konuşulma şekline biraz olsun nesnellik getirdiği için” teşekkür etmeleri gerektiğini ifade ediyor ve ekliyor: “Ama bir bakıma şanslı olduğu da söylenebilir; meslektaşı Ralf Rangnick dörtlü savunma hakkında konuşma pervasızlığının diyetini hala öderken, o bugünlerde pek de engelle karşılaşmadan, dilediğince, futbol konuşmaya devam edebiliyor.” Zaman değişmişti, en sonunda! Ortalama yirmi beş milyon izleyicinin futbola farklı bir bakış getirmesine olanak sağlayan Klopp’un da bu işte parmağı vardı.
Doehling, ZDF’in Dünya Kupası yayınlarına ve Klopp’un zihin açıcı görüşlerinin yarattığı dostane, iyi huylu anlara çok fazla önem atfetmekten kaçınıyor. “Cama ilk büyük ve okkalı taşı Klinsmann atmıştı. Önce kapıyı tekmeledi, sonra da içeriyi biraz havalandırmak için, ikinci emre kadar, buraya başka bir kapı yapılmamasına hükmetti. Bu hareketin lokomotifi, öncüsü oydu. Diğerleri sadece onun ardında bıraktığı izleri takip etti.” Öte yandan Klopp’a kendisini “televizyonun milli antrenörü” (Fernseh-Bundestrainer) olarak sunabileceği bir platform vermelerinin, özgün bir futbol modeline meşruiyet kazandırdığını da kabul ediyor. Genç antrenör büyük turnuvalarda görevliyken, diğer takımları izlemeye ve televizyonun hilelerini öğrenmeye de vakit ayırıyordu. “Önceleri çekingendi,” diyor Doehling, “ama kısa bir süre sonra resmen tüm ekibimizi yönetmeye başladı.”
Klopp kanaldaki işini Euro 2008’in bitimine kadar sürdürdü. O güne gelindiğinde, Mainz yeniden 2. Bundesliga’ya yol almıştı ve ertesi sezon takım küme yükselmeyi kıl payı kaçırınca, Klopp görevinden ayrıldı. O gece şehir merkezindeki veda partisine yirmi bin taraftar katılım gösterdi. Hislerine yenik düşen Klopp onlara şöyle seslendi: “Beni siz yarattınız, burada yaptığım her şeyi size borçluyum.”
Doehling, aynı yılın Nisan ayında Bayern ile Dortmund arasındaki kupa finalinde de Klopp ile birlikte olduklarını hatırlıyor: “Bana şöyle demişti: ‘Jan, bir gün böyle bir maçta taç çizgisinin kenarında olmak istiyorum.’” Berlin’deki otellerine döndüklerinde, lobide Klopp’a serenat yapan Dortmund taraftarlarını buldular. Yeni sezonda takımlarının başına onun geçmesini istiyorlardı. Leverkusen ve Hamburg’un yöneticileri de duyargalarını açmış bekliyordu. Daha sonra Hamburg’un bir gözlemci raporu üzerine Klopp’tan vazgeçtiği iddia edildi; raporda antrenör adayının yırtık kotlara düşkünlüğüne ve antrenmanlara gecikme alışkanlığına dikkat çekiliyordu. Klopp’a kanı ısınanlar arasında Bayern ve genel menajer Uli Hoeness bile vardı, ancak Bavyera devinin Säbener Straße’yi çağa uydurmakla görevlendirdiği kişi Jürgen Klinsmann oldu. Almanya milli takımının eski teknik direktörünün daha güvenli bir el olduğu düşünülüyordu, muhtemelen de üst düzeydeki oyunculuk kariyerinden gelen engin deneyiminden dolayı.
Klinsmann, 2008-09 sezonunun başında birdenbire büyük patırtı koparmış olan ‘konsept antrenörlerinin’ (Konzepttrainer) en çok öne çıkan üyesiydi. Bu tabir –ilerleyen yıllarda her zaman haklı çıkmadığı görülse de– tüm bu adamların metodolojiye ve çalıştırdıkları takımlarda güçlü bir futbol kimliğinin yaratılması fikrine inandıklarını kastediyordu. Bunun yanında, Alman takımlarındaki antrenörlerin daha önce konseptleri pek fazla ciddiye almadıklarını da ima ediyordu.
José Mourinho (Chelsea’yi bırakıp Inter’in başına geçmişti) ve Rafael Benitez (hala Liverpool’u çalıştırıyordu) gibi teknokrat-menajerlerin yaptığı müthiş işlere, milli takımın Klinsmann ve Löw idaresinde kaydettiği gelişime şahit olan Bundesliga kulüpleri, geleneksel oyuncu merkezli yaklaşımdan kurtulup antrenörün ‘kral’ olduğu yeni bir modele geçiş yaptılar. Alman Futbol Federasyonu’nda sportif direktörlük görevinde bulunan Matthias Sammer şöyle diyordu: “Alman futbolunun doksanlı yıllarda başarısız olduğu konulardan biri de teknik direktör için kesin bir rol tanımı yapmaktı. Takımın en önemli adamı teknik direktördür, en güçlüsü de o olmalı.”
Kulüpler dizginleri yeni bir antrenör nesline emanet etmeye can atıyordu, işe alınan yabancılar da bunun bir yansımasıydı. Bundesliga yedek kulübelerinin üçte birinde, görece küçük ülkelerden gelmiş yabancıların varlığı gözleniyordu. Martin Jol (HSV) ve Jos Luhukay (Gladbach) gibi Hollandalılar ve Hertha’nın İsviçreli antrenörü Lucien Favre, bu isimler arasındaydılar. “Bu ülkelere açılmak bir ilerlemenin göstergesi,” diyordu Sammer. “Bu ülkeler, Almanya’ya oranla daha az sayıda futbolcuya sahipler. Bu yüzden de oyuncu gelişimine daha fazla değer veriyorlar. Bunu da ancak antrenörlerin çalışmalarıyla becerebilirsiniz. Bu ülkelerde antrenörün, geleneksel olarak güçlü bir figür olmasının sebebi budur.”
Takımla birlikte oyuncuların da geliştirilmesi yoluyla bileşenlerinden daha büyük bir şey ortaya çıkarma fikri, Bayern Münih patronlarının kulağına hoş geliyor olmalıydı. Bundesliga’nın daimi şampiyonları, 2001’de müzelerine götürdükleri Şampiyonlar Ligi kupasından bu yana Avrupa’daki rekabetin ikinci tabakasına gerilemiş gibiydi. 2005’te yeni inşa edilmiş Allianz Arena’ya taşınmalarına rağmen, La Liga ve Premier League kulüplerinin oyuncularına ödedikleri maaşlarla yarışamıyorlardı. Nitelik yönünden bir silkinmeye ihtiyaç vardı, bunu da antrenör sağlamalıydı. Klinsmann doğru notaları basacaktı. İmza töreninde şöyle konuştu: “Hedef her oyuncuyu, her gün daha ileri götürmek.”
Klinsmann’ın devrimi talihsiz başladı. A takımın Säbener Straße’deki kulüp merkezinin iki katı büyüklüğünde bir ‘performans merkezi’ inşa edilmesini istedi. Projenin verildiği iç mimar, çatıdaki salona bir çift Buda heykelciği koymuştu. Bavyera’nın tutkulu Katolikleri, bunu bir hakaret olarak gördü.
Daha büyük endişeyi ise Bayern’in saha içindeki kötü sonuçları yaratıyordu. Sekiz maç sonunda topladıkları 12 puanla on birinci sıradaydılar. 2006 Dünya Kupası’ndaki başarının ardından yavaş yavaş mevzilerine çekilen muhafazakar güçlerin keyfi yerinde gibiydi; televizyon programlarındaki kanepelerden ve bulvar gazetelerindeki çalışma masalarından nişan almaya başladılar. Dikbaşlılığıyla kötü bir şöhret kazanan Klinsmann, kolay bir hedefti. Asistanı olarak Avrupa liglerinde hiçbir tecrübesi bulunmayan Meksikalı-Amerikalı Martin Vasquez’i atamıştı. Kulüp içinden sızdırılan bir bilgide, stadyumların büyüklüğünü gören Vasquez’in “dehşete kapıldığı” iddia ediliyordu. Klinsmann’ın büyük fikirleri –bir teknoloji harikası olarak sunulan antrenman metotları ve performans analizi– sahaya çok az etki edebilmişti.
Neyse ki Alman futbol modernistleri vakit kaybetmeden yeni bir bayraktar buldular. Tanıdık bir isim. Rangnick. Assauer ile atışmalarından bitap düşüp Schalke’yi bırakmış, aklınızın ucundan bile geçmeyecek bir kulüpte işbaşı yapmak üzere üçüncü kümeye kadar inmişti. TSG Hoffenheim 1899, kelimenin gerçek anlamıyla bir köy takımıydı; genç takımlarında oynamış eski bir futbolcuları 2000 senesinde kulübe yatırım yapmaya karar verdiğinde, Stuttgart’ın doksan kilometre kadar kuzeyindeki hiçliğin ve oynadıkları sekizinci kümenin içinde zorlukla seçilebiliyorlardı. Bu eski oyuncu, SAP yazılım şirketinin kurucularından biri olan milyarder Dietmar Hopp’tu. Kulübü devraldıktan sonra, A takımı altı yıl içinde üçüncü kümeye kadar sürüklemişti. Rangnick de tam olarak bu sırada, 2006 yazında, kulübe getirildi – elit seviyeye çıkmak için gereken son desteği sağlayacak kişi olması beklentisiyle. “Kulüp olarak, karşımda boş bir sayfa bulmuştum. Televizyon ekranları yoktu, oyuncu takip programları yoktu. Hiçbir şey yoktu. Onlara bir spor psikoloğu istediğimi söylediğimde, bir spor psikoloğunu işe aldılar. Schalke’de aynı şeyi söylediğimde, bugüne kadar böyle bir kişi çalıştırmadıklarını, dolayısıyla bir psikoloğa ihtiyaçları olmadığını söylerlerdi. Konu kapanmıştır!”
Eski hokey antrenörü Bernhard Peters’i performans bölümünün başına getirdikten sonra, Klinsmann’ın 2006 Dünya Kupası ekibinde de yer alan psikolog Hans-Dieter Hermann’ı işe aldı ve Helmut Groß’a da danışmanlık görevini verdi. Der Spiegel şöyle yazıyordu: “Rangnick ve Peters, Hoffenheim’da buluştular. Bu, stadyum sosisini, marine etsin diye [ünlü aşçı] Paul Bocuse’e vermek gibi bir şey.”
Rangnick, büyümeyi sürdürülebilir kılmak adına, kulübe Arsenal’ı model alan yeni bir altyapı düzeni, yeni bir antrenman merkezi ve yeni bir stadyum inşa etmeyi önerdi. Takıma gelince; hayli pahalı (ama etiketlerinin karşılığını veren) Brezilyalılar ve hak ettiği değeri bulamamış, eskisi gibi rağbet görmeyen yerel oyuncuların ilginç bir harmanıydı. Buluştukları müşterek payda ise sürat ve gençlikti. “Yirmi üç yaşını geçmiş oyuncuları transfer etmiyoruz” diyordu Rangnick. Genel menajer Jan Schindelmeiser de onu destekliyordu: “Oyuncularımızı seçerken, sürece oyun stilimizin dikte etmesine izin veriyoruz. Süratimize ayak uyduramayacak otuz yaşındaki oyuncularla ilgilenmiyoruz.”
Hoffenheim üst üste iki sezon daha küme yükselmeyi başardı ve 2008’de kendilerini Bundesliga’da bulduklarında “deney tüpünde yaşayan kulüp” başlıklarıyla karşılandılar. Tarihten ve gelenekten yoksun, sonradan-görme-bir-kulüp olarak hakir görüldüler. Ama oynadıkları yüksek tempo futbolu, lig için bir aydınlanmaydı. Eylül sonunda Klopp yönetimindeki Dortmund’u 4-1 yendiklerinde, puan tablosunda ikinci sıraya oturdular. BVB antrenörü, bir sonraki maç için hazırlanan kulüp bülteninde ballandıra ballandıra Hoffenheim’ı anlatıyordu: “Bir gün biz de tam olarak böyle bir futbol oynamak istiyoruz.” Bir ay sonra, bu kez Aşağı Saksonya’da Hannover’i 5-2 ile darmadağın ettiler. Hannover’in basın sözcüsü, maç sonunda gazetecilerden merhamet diledi: “Lütfen Hoffenheim’ın bugün oynadığı kadar hızlı konuşmayın.” Ertesi hafta rakip Hamburger SV, skor 3-0’dı. HSV stoperi Joris Mathijsen, maçın daha 36. dakikasında 3-0 yenik duruma düşmüş olmaktan sızlanıyordu: “Böyle bir şey olamaz, bu kadar basit. Maçtan önce ne yediklerini bilmiyorum ama bizden çok daha iyi durumdaydılar.”
Hoffenheim liderliğe yükselmişti, Rangnick de ZDF Sportstudio’ya muzaffer bir dönüş yaptı. Artık Ulm’ün yeniyetme antrenörü değil, yaptıkları açıkça meşruiyet kazanmış, Bundesliga’daki yerini sağlamlaştırmış biriydi. “Son birkaç sezonda kariyerimin en büyük başarılarını kazandım” dediğinde gözlerinin içi gülüyordu. Bu parlak geri dönüşüyle bir kez daha ligin geri kalanının canını sıktığı söylenebilirdi. Hoffenheim’ın yakaladığı müthiş serinin doğurduğu sonuçlardan biri de, daha büyük kulüplerin gözlemci ağlarının ve antrenörlük yöntemlerinin yetersizliğini ifşa etmesiydi. Aynı zamanda Frankfurt, Hannover gibi orta sıraların gediklisi olmuş ve burada kimseyi tehdit etmeden sürdürdükleri alelade hayatlarıyla barışık görünen takımların suratına inen bir tokattan da söz edilebilirdi. “Hoffenheim vasatlığın bir kader olmadığını gösteriyor” diye yazıyordu FAZ. Son olarak; oynadıkları futbol, tüm gücünü kolektif hareketten, organizasyon ve yaratıcılıkla ilgili sorumlulukların düz hiyerarşiye göre paylaşımından alıyordu. Almanya’da yeşil sahaların “liderlere” duyduğu ihtiyaçla ilgili nuh nebiden kalma tartışmanın bütünüyle saçmalık olduğunu düşündürüyorlardı. Yine Frankfurter Allgemeine Zeitung’a göre, “Hoffenheim’da takımın yıldızı sistemdi.” Astlarına emirler yağdıran Effenberg tipi figürler olmadan da olurdu. Berliner Zeitung, “Bundesliga bugüne dek böylesine havalı ve aklı başında bir çaylak görmemişti” satırlarına yer veriyordu. The New York Times bile bu takımda farklı bir şey görmüş, “Hoffenheim mucizesini” anlatan bir haber yapmıştı.
Rangnick’in antrenmanları, lig çapındaki gelişmeleri yansıtacak şekilde evrilmişti. “Ulm’deki taktik idmanlarının yüzde yetmişinde topsuz oyun çalışırdık,” diyor Rangnick. “Hoffenheim’da ise yalnızca yüzde yirmisi topu geri kazanmakla ilgiliydi. Geçen yıllarda Bundesliga’da savunma organizasyonu öylesine gelişim göstermişti ki, artık işin sırrı kendi hücum oyununuzu belirli alanlarda geliştirmekte yatıyordu.” Bu işte Peters’in de büyük yardımı dokunacaktı. Tekrarlanan çalışmalar neticesinde hücumda kazanılan koreografi, hokeyde uzun süredir tarife halini almış ve köklenmiş bir mefhumdu.
Hoffenheim’ın antrenmanlarından birinde oyuncular topu sahanın ortasındaki dar bir boşluktan geçirerek pas vermeye zorlanıyordu; yan paslar ve geri paslar ise yasaktı. “Bu tür bir çalışma, sizin sahadaki kanallar ve alanlar üzerinden işleyen dikine bir yaklaşım benimsemenizi sağlar,” diyor Peters. Bununla birlikte, bu çalışmayı sinir bozucu bulan orta saha oyuncusu Sejad Salihovic’in yakınmalarını hala anımsıyor. “Zaten çalışmanın amacı da tam olarak buydu. Tabii farklı bir yönden bakılırsa... Beyninizi gerçekten odaklanmaya zorlayarak bilişsel yetilerinizi güçlendirmeyi amaçlayan bir çalışma.” Oyuncular arasında “muz” olarak bilinen benzer bir antrenmanda ise sahanın ortasında bir ‘ölü bölge’ yaratılmıştı ve oyuncular bu sayede topu doğrudan kanatlara oynamanın provasını yapıyorlardı.
Der Spiegel’in, “Klinsmann’ın Dünya Kupası projesinin ufak bir versiyonu” olarak andığı Hoffenheim, Noel öncesinde yaratıcısı karşısında büyük ve sembolik bir gövde gösterisine hazırlanıyordu. Allianz Arena’yı ziyaret ettiklerinde Bayern ve Klinsmann, neredeyse lideri yakalayacak kadar toparlanmış durumdaydılar.
Luca Toni’nin son anlardaki golü sayesinde Bavyeralılar mükemmel bir maçtan 2-1 galip ayrıldılar, ancak bu kez gerçek kazanan Alman futbolu olmuş gibiydi. Milli takım teknik direktörü Joachim Löw, “Belki de Bundesliga tarihinin en hızlı maçıydı; saf, kaliteli bir futbol ve ligimiz için çok iyi bir reklam” sözleriyle alkışlayanlar arasına katıldı. Bayern asbaşkanı Karl-Heinz Rummenigge’nin kanaatine göre, “tüm beklentiler aşılmıştı” ve FAZ da federasyonun antrenörlük kurslarında, adaylara bu maçın kasetinin izletilmesini öneriyordu: “Böyle bir tempo, böyle bir yoğunluk, bugüne kadar ne yazık ki başka ülkelerde oynanan futbola özgü olduğu düşünülen tüm o güzel şeyler, Alman topraklarında ilk defa doksan dakika boyunca görüldüler.” Sahadaki oyun, gerçekten de hız limiti olmayan bir Autobahn-Fußball gibiydi – özellikle de saha içi organizasyonu ve hareketliliğiyle keyif veren Hoffenheim’ın oyunu.
Gelgelelim, Klinsmann için bu bir Pirus zaferi yerine geçecekti. Dört ay sonra Bayern’in patronları, Klinsmann modeli çağdaşlaşmaya bir nokta koydu. Şampiyonlar Ligi’nde Pep Guardiola ve Barcelona tarafından 4-0’lık skorla küçük düşürülmüşler, şampiyonluğu kazanacak Wolfsburg’a karşı da deplasmanda 5-1 ile hezimete uğramışlardı. “Bu kararı kolay vermedik,” diyordu Rummenigge samimi bir üzüntüyle. Genel menajer Uli Hoeness ise onun kadar diplomatik değildi, durumu şöyle özetliyordu: “Vadettiği konsept bizi ikna etti mi? Etti. Kağıt üzerinde.”
Bayern değişim isteğini açıkça dışavurmuştu, ancak kendi usullerine göre ve can sıkıcı mağlubiyet serilerinden muaf tutularak değişmek istiyorlardı. Klinsmann’ın kadro tercihlerine direnç gösterilmesinin nedeni, kulüp içinde muhakemelerine tamamıyla güvenilmiyor olmasıydı. Ocak transferindeki Landon Donovan tercihi de Klinsmann’ın işini kolaylaştırmadı.
Soyunma odası içinden başlayarak, takımın taktiksel yapı yoksunluğuna ilişkin şikayetçi sesler hiç susmamıştı. Klinsmann ise Kaliforniya’ya uçmadan önce yaptığı açıklamalarda, “gelecek için temeli attığı” konusunda ısrarcıydı. Haklıydı da... Performans merkezi ve takıma miras bıraktığı sağlık ekibinin bazı üyeleri, Louis van Gaal ve Jupp Heynckes yönetiminde Avrupa’nın seçkin kulüpleri arasındaki yerini geri kazanan Bayern’in başarısında önemli rol oynadılar.
Klinsmann’ın kovulmasından kısa bir süre sonra Franz Beckenbauer, Bild’deki köşesinde şöyle yazdı: “AC Milan gibi kulüpler bile Klinsmann’ın inşa ettirdiği tesislerimize gıptayla bakıyorlar.” Ne var ki Klinsmann’ın öngörülerinin hepsi haklı çıkmamıştı. Vaktiyle, Hoffenheim’da Rangnick ve yardımcılarının yaptıklarından övgüyle bahsetmiş ve şöyle demişti: “Arka plandaki stratejik çalışmaları ve titizliği düşünecek olursak, bu takımla daha da ileriye gideceklerdir. Sezon bitiminde ilk beşte olacakları kesin, son dönemdeki performanslarına bakılırsa gerçek bir şampiyonluk adayı sayılmalılar.”
Sezonun düzen karşıtı, milyarder destekli sürpriz takımı 2008 yılını puan durumunun zirvesinde, ‘sonbahar şampiyonu’ (Herbstmeister) olarak tamamladı. Fakat bu süratli tempoda ilerlemeye devam edemediler. Devre arasında bazı oyuncular Premier League’den gelen tekliflerin büyüsüne kapılmışlardı bile, bazıları ise New York’a uçup birer rock yıldızı gibi partilediler. Yolu yarıladıkları düşüncesiyle ayaklarını gazdan çekip biraz gevşediler; birkaç metre daha az koştular ve tempoyu biraz olsun düşürdüler. Rakipler de mesafe katedince, sezon bitiminde kendilerini yedinci sırada buldular. Tarihlerindeki ilk birinci küme sezonunda yedincilik katiyen kötü bir derece değildi, ancak sezonun başındaki vaatlere kıyasla bir hayal kırıklığı söz konusuydu.
Hoffenheim, 2009-10 sezonunu on birinci sırada bitirdi. Rangnick’in sözleşmesi uzatılmıştı, lakin altı ay sonra kulübün başındaki Hopp ile yaşadığı görüş ayrılıkları neticesinde istifa etti. SAP patronu, yerel yeteneklere odaklanma yoluna giderek ‘kendine yeten’ bir kulübe dönüşmek istiyordu; Rangnick ise daha ‘agresif’ olmaları gerektiğini ileri sürmüştü. Schalke’de şansını ikinci kez denemeye karar verdi; Inter Milan’ı eleyerek Şampiyonlar Ligi’nde yarı final oynadı –Manchester United daha fazlasına izin vermedi– ve kariyerinin ilk kupasını kazandı: Federasyon Kupası.
Ne var ki Schalke’nin gösterdiği atılım, yanı başındaki Dortmund’un Klopp ile elde ettiği sansasyonel zaferin gölgesinde kalacaktı. Klopp, sarı-siyahlıları üç yıl içerisinde orta sıraya saplanıp kalmış bir görüntüden kulüp tarihindeki yedinci şampiyonluğa taşımıştı. Sınır tanımayan bir enerjiden ve oyuncuların birbirleri için çalışma arzusundan güç alan BVB, sezonun açık ara en iyi takımı hatta belki de 2010-11 sezonunun yegane ‘hakiki’ takımıydı: oyuna dair teorik bilgileri gelişmiş, egolarını soyunma odasının dışında bırakmaya hazır, mütevazı, süper-fit oyunculardan oluşan bir kardeşler müessesesi.
“Bu takım, Alman futbolunda milli takımın işaret ettiği paradigma değişiminin bir simgesi,” diye yazıyordu Der Spiegel. “Teknik-taktik açısından iyi eğitilmiş, güçlü yönlerinin ayırdında olmakla beraber asla küstahlığa kapılmayan genç profesyoneller... Dortmund, her anlamda milli takımın bir minyatürü gibi.” Bu benzetme bir başka açıdan da uygun düşmekteydi. Ülkenin tamamı tarafından böylesine sevilen bir takıma nadiren rastlanırdı. Futbolun önde gelenlerinin samimi ve olağan dışı cömertlikteki tebrik mesajları da bunu destekliyordu. İltifatların en büyüğü ise Şubat ayında, yani şampiyonluğun ilanından üç ay önce gelmişti. Cesare Prandelli’nin çalıştırdığı İtalya milli takımı, bir hazırlık maçı için şehirdeydi. Azzurri teknik ekibi topluca Dortmund’un antrenmanını seyretmiş ve sonrasında takımın saha içi hareketliliğinin onlara Sacchi dönemindeki Milan’ı hatırlattığını söyleyerek Klopp’un koltuklarını kabartmıştı.
Hollandalı Louis van Gaal’in Bayern’le tanıştırdığı topa sahip olma futbolu, Dortmund’un ani geçiş oyunuyla kıyaslandığında yavan ve tahmin edilebilir gözüküyordu. Klopp’un takımı pas vermekten çok, topu rakip alanda geri kazanmakla ilgileniyordu. Bu stratejik hedefi yerine getirmek adına, rakip atakları durdurma amacı güderek topa baskı yapmakla yetinmiyor, kendi atakları kesildikten sonra da presi devam ettiriyorlardı. Klopp, Pep Guardiola’dan mülhem bu metodu Gegenpressing (kontra pres) olarak adlandırıyordu; metodun saha üzerindeki başarılı uygulaması da Dortmund’u, rakiplerini –adeta bir asker karınca kolonisi gibi– istila edip canından bezdiren bir takıma dönüştürmüştü. “Dünya üzerindeki en iyi oyun kurucunun ismi Gegenpressing” demişti Klopp. Süddeutsche Zeitung ise “avcı futbolu” tarifinde bulunuyordu.
Onun başarısıyla birlikte insanlar gözlerini açtı ve futbol antrenörlüğünün öğrenilebilecek bir zanaat olduğunu fark etti.
Bu, bir anlamda, güzel oyunun Klopp tarafından geliştirilmiş ‘heavy metal’ sürümüydü; rakip takım bin tane kat sonucunda tahrip ediliyor, gol fırsatlarının yaratımı ise bir ya da iki sıra dışı oyuncunun münferit dahilik anları yerine, amansız, delice bir çalışmanın matematiksel hesaplara göre vereceği mantıksal sonuçlara dayandırılıyordu. Helmut Groß, Dortmund’un getirdiği yeniliği FAZ’a şu şekilde açıklamıştı: “Takımları topu kaybettiği anda bir arı kümesi gibi (Schwarm) o topun peşine düşen üç oyuncuyu izlemek bazen kaotik görünebilir. Ama bu, kontrol altında ve hayli yaratıcı bir kaos.”
Rangnick ise Klopp’un sırrının, görüşlerindeki cüretkarlığı olduğunu düşünüyor: “2008’de Dortmund’a geldiğinde yaptığı ilk işlerden biri Alexander Frei ve Mladen Petric’i kesmekti. Takımın en önemli iki yıldızıydı bu isimler; o gün stadın çevresindeki yüz bin BVB taraftarına sorsanız, her maçta oynamasını isteyecekleri iki yıldızdı. Fakat Klopp, sistemi dahilinde oyuncularından istediği agresif presi ortaya koyabilecek düzeyde olmadıklarını biliyordu.”
2012’nin Mayıs ayında Klopp kendini Berlin Olimpiyat Stadı’nda buldu – tıpkı 2008’de Doehling’e söylediği gibi, kolları arasında bir bebekmişçesine taşıdığı Federasyon Kupası ile birlikte. Kulüp tarihinin ilk dublesine imza atan Borussia Dortmund, rakibi Bayern Münih’i 5-2’lik skorla parçalamış, üstelik kalitesiyle de ağır basan taraf gibi gözükmüştü. “Ve işte olmuştu,” diyor Doehling. “O andan sonra artık Mainz’dan gelen dağınık saçlı, gülünç Harry Potter klonu değildi. Başlı başına bir süperantrenör, beynelmilel bir yıldızdı.” Klopp bir antrenörün nasıl görünmesi gerektiği, nasıl konuşması gerektiği ve en önemlisi de, nereden gelmesi gerektiği ile ilgili tüm algıyı değiştirmişti. Doehling devam ediyor: “Onun başarısıyla birlikte insanlar gözlerini açtı ve futbol antrenörlüğünün öğrenilebilecek bir zanaat olduğunu fark etti; daha önce onlara söylenen, bunun ancak yeşil sahanın eski kahramanlarına bahşedilen, tanrı vergisi bir yetenek olduğuydu.”
Klopp ile birlikte, Stuttgart Okulu’nun sunduğu egzotik futbol bilimi –taşra laboratuvarlarındaki çatlak profesörlerin aykırı taktikleri– Almanya’da “en iyi uygulama” olarak kabul görmeye başladı. Endüstrinin liderleri de bu inancın peşinden gider olmuşlardı. Bayern Münih’in 2013’teki üçlemesi içinde, 2001’den bu yana ilk kez bir Bundesliga ekibi tarafından kazanılan Şampiyonlar Ligi de vardı. Bayern bu başarıyı, büyük oranda, benimsenen Gegenpressing ilkelerine borçluydu. Kaybeden taraftaki Klopp’un, “Çinliler gibi, bizi taklit ederek başardılar” açıklaması çok da temelsiz değildi. Kupasız geçen iki sezon, Bavyeralıları taktiksel zayıflıklarını ciddi biçimde gözden geçirmeye zorlamıştı. 2013’te Pep Guardiola’nın teknik direktörlüğe getirilişiyle masada kör bahisler daha da yukarı çekildi. Rangnick, “Dortmund’un oyunundan alıp uyguladıkları parçalar, Dortmund’u bile geride bırakacak noktaya geldi” derken hayranlığını gizlemiyordu. 2013-14 sezonunun istatistiksel analizi, Bayern’in oynadığı Gegenpressing’in standartların tamamıyla ötesinde olduğunu açığa vuruyordu. Avrupa liglerindeki hiçbir takım, topa kalelerinden bu kadar uzakta (ortalama 46,7 metre mesafede) veya bu kadar çabuk (rakibin ortalama yedinci pasında) baskı yapmıyordu.
İlk olarak Groß’un “ileri düşünme çetesi” tarafından geliştirilen sistematik pres, lig çapında ‘hakim kültür’ (Leitkultur) statüsünü ele geçirmişti. Yeni inanış buydu. Spor veri-analiz şirketi Opta’ya göre, Bundesliga takımları topu kaptırdıktan sonra geri kazanmak için İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya’daki rakiplerine oranla daha az zaman harcıyorlardı. Yine aynı liglere oranla topun sahibi daha sık değişiyor ve atik hücum hareketlerini takiben, kaleyi bulan daha fazla şut çekiliyordu.
“Son on yıl içinde futbol bambaşka bir spor halini aldı. Acımasız bir değişime tanık olduk. Oyunun iki temel unsuru –topa sahip olma, topa sahip olmama– aynı kaldı, lakin bu iki hal arasındaki geçişler alışılagelmişin çok dışına çıktı. Artık takım olarak gol atma ihtimalinizin en yüksek olduğu an, topu kazandıktan sonraki ilk on saniye. Topu kaybettiğinizde, geri kazanma ihtimalinizin en yüksek olduğu anlar ise topu kaybettikten sonraki ilk sekiz saniye. İşe bu iki sayıyı ve ne anlama geldiklerini düşünmekle başlayın. Devamı gelecektir.” – Ralf Rangnick
Groß’un dış çeperlerde başlattığı modernizm hareketinin ülke futboluna çok büyük getirileri oldu; bu getirilerin en önemlisi ise Alman futbolunu kendinin bilincinde olmaya, sağ şeride saplanıp kaldığının ayırdına varmaya zorlamasıydı. Futbol sahası üzerinde zaman mefhumunun ne denli önemli olduğunu bilmek ve anlamak, doğrudan, oyunun hız kazanmasına vesile oldu.
Hem Klinsmann hem de yerine gelen Löw, kamuoyunun önünde, topla geçirilen vakte olumsuz bir nitelik olarak değer biçen yeni bir tanım getirdiler ve Almanya’nın dünyanın diğer seçkin futbol ülkelerine oranla zayıflığının bu yolla ölçülebileceğini söylediler. 2010 Dünya Kupası’ndan sonra Löw, oyunlarının artık çok daha hızlı olduğunu müjdeledi: “2005’te topu kontrol eden bir oyuncumuz, pası çıkarmadan önce ortalama 2,8 saniye harcıyordu. Oyun yanlamasına ve ağır oynanmak üzere tasarlanmış gibiydi. Euro 2008’de bunu 1,8 saniye düzeyine kadar geliştirdik, 2010 Dünya Kupası’nda aradaki süre 1,1 saniyeye düşmüştü. 4-1’lik İngiltere ve 4-0’lık Arjantin maçlarında bir saniyenin altını dahi gördük. Şampiyona sonunda sadece İspanya’nın ortalaması, çok küçük bir farkla, bizden iyiydi.”
“Oyuncular daha fazla koşuyor ve daha fazla depar atıyor,” diyor Rangnick duyumsayabildiğiniz bir gururla. “Yeterince kararlı veya fit değilseniz bunu başaramazsınız. Sistemin çatlaklarından aşağı düşersiniz; başka bir deyişle, sistem sizi kusar.” Rangnick’e göre, her oyuncu ilk olarak bu sürat treninde yer almak isteyip istemediğinin kararını vermeli. Böyle oynamayı ne kadar erken öğrenirlerse o kadar iyi olur, diyor, yoksa trenden inmeliler. “Dünya Kupası’ndaki Alman takımı akademi sisteminden yetişen oyunculardan oluşuyordu,” diye ekliyor. “Brezilya’daki en fit takım onlardı ve diğerlerinden ciddi anlamda daha fazla koştular. Şampiyona yalnızca dünyanın en iyilerini nihayet yakaladığımızı değil, onları geçtiğimizi de gösteriyor – en azından bazılarını.”
Honigstein’ın öngörüsü 8 Mayıs 2016 tarihinde gerçeğe dönüştü ve 2. Bundesliga’yı ikinci sırada tamamlayan RB Leipzig, kuruluşundan yedi yıl sonra Bundesliga’ya yükseldi. 2015’in Şubat ayında Alexander Zorniger’in görevine son veren Rangnick, gönlündeki aslan Thomas Tuchel’i ikna edemedi ve beş ay sonra da takımın teknik direktörlüğüne soyundu. Bundesliga hedefini yerine getirince, kulübedeki günlerine bir kez daha son verdiğini açıkladı. RB Leipzig’i 2016-17 sezonunda –FC Ingolstadt 04’da yaptıklarıyla övgü toplayan– Avusturyalı Ralph Hasenhüttl çalıştıracak.
Bugün, Rangnick’in oyun üzerindeki etkisinin hiç olmadığı kadar güçlü olduğu savunulabilir. Red Bull futbol kulüpleri ağacının başındaki sportif direktör konumunda; Hoffenheim’daki makinenin turbo şarjörlü bir versiyonunu kontrol ediyor adeta. Almanya, Avusturya, Brezilya, Gana ve ABD’deki toplam beş takım adına kararları o veriyor. Projenin Almanya ayağı RB Leipzig’i yakın bir gelecekte Bundesliga’da göreceğiz.* Rangnick hiç şampiyonluk kazanmamış olabilir, ancak tartışmayı kazandı. Alman futbolunun elit seviyesi, onun ve hala en güvenilir danışmanı olarak yanında bulundurduğu Groß’un öğretilerini takip eden talebeleriyle dolu. Hepsi de onun futbolunu oynatıyorlar.
Leverkusen teknik direktörü Roger Schmidt, mesleği RB Salzburg yıllarında bu iki isimden öğrendi. Nisan 2014’e kadar Hannover’in başında bulunan Tayfun Korkut, Rangnick ve Groß tarafından Hoffenheim genç takımının antrenörlüğüne getirilmişti. Mainz 05’ü çalıştırdıktan sonra Klopp’un halefi olarak Dortmund’a geçen ve birçoklarınca kuşağının en iyi Alman teknik direktörü olarak görülen Thomas Tuchel, Ulm’de top koşturduğu yıllarda takımın başında Rangnick bulunuyordu. Tuchel daha sonra Stuttgart’ta genç takımı çalıştırmaya başladığında, Groß, Stuttgart’ın oyuncu geliştirme programının başındaydı, Rangnick de A takımın. “Ondaki her şey bana da bulaştı ve ilham verdi,” diyor Tuchel. Şimdiki Hoffenheim 1899 teknik direktörü Markus Gisdol’ün Groß’la ülfeti daha da geriye gidiyor. Gisdol onunla seksenli yıllarda SC Geislingen’in altyapısındayken tanışmış, o günlerde kulübe alan savunmasının ve presin temel ilkelerini taşımaya çalışan hocasından çok şey kapmıştı. “Devre aralarında A takımın enerji içeceklerini o hazırlardı,” diye anımsıyor Groß. Klinsmann da ilkgençliğinde Geislingen forması giymişti, ancak bu dönem Groß’un öncü çabalarının birkaç yıl öncesine denk geliyor.
Bugünlerde Bundesliga kulüplerinin, teknik direktör arayışları sırasında, altyapı takımlarında çalışmış adaylara daha çok yöneldiğine dikkat çekiyor Rangnick; çünkü akademi sisteminin ürünü olan genç oyuncuları daha iyi değerlendirebiliyorlar ve onlarla daha kolay ilişki kurabiliyorlar. Eskinin şöhretli oyuncusunun doğrudan antrenörlüğe geçiş yapabildiği çağlar sona erdi:
“Altyapı sisteminin gelmesiyle nitelikli antrenörler daha fazla çalışma alanı bulabildiler ve bu antrenörler içindeki yetenekli gençlerin kademe kademe yukarı çıktığına tanık olduk. Buradaki sertifikalı antrenör sayısının, İngiltere’dekinin on katı olduğunu okumuştum. Bunun bir fark yaratması kaçınılmazdı. Bana göre atılması gereken bir sonraki mantıklı adım, sportif direktörler için de bir lisans sistemi getirmek. Kulüpteki en güçlü pozisyonu elinizde tutuyorsunuz, ancak bugün itibarıyla, bunun için herhangi bir ehliyet taşımanız gerekmiyor. Bu doğru olamaz. Alman Futbol Federasyonu’nun birkaç yıl içinde bu alanda kurslar açacağından eminim. Antrenörlerdeki durumun işaret ettiği üzere, bir görev için belirlenmiş kıstasların ve bir sürecin varlığında mevcut pozisyonlar için daha iyi adaylar ortaya çıkıyor.”
Sıkı çalışmanın, özel fikirlerin ve geliştirilen yeteneklerin paraya üstün gelmesi gerekiyordu.
Peki Alman futbolundaki bu yenilik dalgasına önayak olan teknik direktör ağında Svabya ve Baden bölgelerinden gelen isimlerin sayısının çokluğu basit bir coğrafi rastlantıyla açıklanabilir mi? Bu bölgelerde yaşayan insanlar, çalışkan, iş ahlakı yüksek, parasının hesabını bilen ve büyük resmi gözden kaçırmayan bir topluluk algısı oluşturmuş durumdalar. Tiz ve fısıltılı aksanları ise –ülke çapındaki anketlere bakılacak olursa– aynı ölçüde sempati toplamıyor. Baden-Württemberg eyaletinin geçtiğimiz yıllardaki reklam kampanyasında şakayla karışık kabul ettiği gibi: “Her şeyi yapabiliriz – düzgün bir Almanca konuşmak dışında.”
Löw’ün babası şömineciydi, Klinsmann’ın babasının fırını vardı, Klopp’unki ise hem bir saraç ustası hem de oğlunu futbol, tenis ve kayak gibi sporlarda sürekli olarak düelloya davet eden bir spor manyağıydı. Fakat Freiburg’un antrenörü (aynı zamanda bir kasap çocuğu) Christian Streich’a soracak olursanız, o futbol dünyasında çığır açan isimlerin bu cesur güneybatılılar içinden çıkmasının, zanaatkar orta sınıf ailelerindeki yetişme biçimleri göz önüne alındığında bir tür yazgının sonucu sayılabileceği yönündeki teorilere kulak asmıyor. Ona göre bölgenin esnaf çocuklarıyla dolu olduğu düşünülürse, futbola adım atan oyuncu ve antrenörlerin de bu demografiye uygun düşmesi çok doğal.
Para da bir faktör olabilir elbette. Güneybatı Almanya zengin bir coğrafya, ancak Stuttgart ve Freiburg gibi kulüplerin görece mütevazı finansal kaynaklara sahip oldukları biliniyor. “Sıkı çalışmanın, özel fikirlerin ve geliştirilen yeteneklerin paraya üstün gelmesi gerekiyordu,” diyor Groß. “Bundan sadece kulüpler ve oyuncular fayda görmedi. Teknik direktörler de bu tür ortamlarda kariyerlerini ileri taşıma fırsatı bulabildiler.”
Sürate duyulan ihtiyacı gerçek anlamda görüp teşhis edenlerin Stuttgart’tan, yani Mercedes ve Porsche’nin anavatanından çıkmış olmaları da yerinde bir rastlantı. Ama burada da daha derin bir açıklama olmalı. Hem Klinsmann’a hem Rangnick’e bir Svabya faktörünün söz konusu olup olmadığını özel olarak sordum ve her ikisi de, bir anlık duraksamanın ardından, aynı düşüncede ve hatta sebat, profesyonel merak ve dikbaşlılık gibi özelliklerin tümünü imlemeye muktedir aynı sözcükte birleştiler. Svabya bölgesinin insanlarını tarif ederken başvurdukları bu sözcük, Tüftler. Yani bir şeyleri tamir etmek için kurcalamaya saplantılı biçimde bağlı yapboz delileri. “Biz bir köşeye çekilip denemeler yapmayı severiz ve ‘hayır’ cevabını kolay kolay kabul etmeyiz” diyor Rangnick.
Rangnick, Löw’ü örnek göstererek, bir antrenörün taktikleriyle kişiliği arasında çoğunlukla doğrudan bir ilişki kurulabileceğini ekliyor: “Onun da Stuttgart Okulu’ndan etkilendiğini söyleyebilirsiniz; VfB’de geçirdiği süre ona özellikle dikine oyun ve süratli hücum anlamında çok şey kattı. Ancak hiçbir zaman agresif pres ilkelerine sıkı sıkıya bağlı olan ve oyuncularının canını çıkaran o sabit fikirli mezhebin bir parçası olmadı. Çünkü bu, o değildi. Oyuncularına öyle yaklaşamazdı. Bunun onu daha kötü bir antrenör yapmadığı ise aşikar.”
2010’da Stuttgarter Zeitung’a verdiği bir mülakatta Löw, Groß’un ismini zikrederken ‘öncü birlik’ (Vorreiter) kelimesini çağırıyor: “Sonu gelmez düellolar halinde ‘adamını savunma’ fikrinin yerine, savunmayı uzamla ilgili bir şey olarak ele almanın en dikkat çekici olarak uygulandığı yerdi o günlerde Stuttgart.”
Spätzle, Svabya yöresine özgü bir makarna çeşidi. Kebab Connection, bir Fatih Akın filmi.
Bu arada Spätzle Connection öğretileri de kurumsallaştırıldı ve içselleştirildi.* Bu öğretilerle yetişen oyuncular, kariyerlerinin ileri safhalarında bu fikirleri aktaran misyonerlere dönüştüler. Bu oyuncuların, doğal olarak, kendi teknik direktörlerinden talep ettikleri de daha fazla oluyor. İlkgençlik yıllarından bu yana ayrıntılı taktiksel talimatlar almaya alışmış oyuncularla dolu bir soyunma odasında, tembel, demode ya da düpedüz ehil olmayan antrenörlerin barınması hiç kolay değil. Löw’ün eski yardımcılarından Hansi Flick, birkaç sene önce şöyle demişti: “Hoffenheim, Stuttgart, Münih ya da Mainz’dan gelen genç oyuncular, sahada taktiksel anlamda olan biteni çok iyi biliyor. Kulüplerinde devamlı olarak yeni şeyler öğrenen bu oyunculardan milli takım da büyük fayda görüyor.”
Rangnick’e göre, Almanya’da bugünkü genç futbolcular altyapıdan çıktıklarında teorik bilgi ve fiziksel yeterlilik açısından az çok gelişimini tamamlamış düzeyde oluyorlar: “Artık bir takımı geliştirmenin yeni yollarını bulmak eskiye göre daha zor. Ama mümkün.” Gelecekte daha yüksek bir tempoda oynamak isteyen takımların bunu muhtemelen çabuk ayaklarla değil, çabuk zihinlerle başarmaya çalışacağını vurguluyor. Kendi takımlarında da işleyiş bu doğrultuda değişmiş; artık özel olarak üzerine eğildikleri konular, bilişsel antrenmanlar ve video analiz yoluyla (buna özel video oyunlarının kullanımı da dahil) düşünme süreçlerinin optimizasyonu. “Henüz keşfedilmemiş en büyük potansiyel futbolcunun beyninde yatıyor,” diyor Rangnick. “Modern oyunda iyileşmek için şeyleri daha çabuk kavramak ve tahlil etmek, daha çabuk karar vermek, daha çabuk eyleme geçmek gerekiyor. Bellek alanını ve işlem hızını artırmalıyız.”
Rangnick’in, bir gün, yenilikçi ateşini İngiltere’ye taşımasını bekleyebiliriz, zira Red Bull’un burada da devralacağı uygun bir kulüp arayışında olduğu söyleniyor. Belki de alaya alınan ‘ukala taktisyen’ olarak başladığı yolculuğunu, uluslararası alanda saygı gören bir futbol aydını olarak tamamlamak için Löw’ün yerine geçecek. Bu iki düşünceyi de başından savmak için mevcut rolündeki “yüksek iş tatminini” işaret ediyor. Her ne olursa olsun, Alman futbolundaki bu değişim Rangnick’in meramını anlatabildiğinin bir göstergesi. Rangnick’in formülü çalışıyor.
Buluşmamızdan bir gün sonra, telefon çalıyor. Arayan Rangnick; otomobilinden konuşuyor. Bir hikayeyi anlatmayı unutmuş, muazzam bir profesyonel mutluluk anının hikayesini... 2011’de Schalke’nin Şampiyonlar Ligi çeyrek finalindeki Inter deplasmanından önceki gece AC Milan’ın CEO’su Adriano Galliani, takımın kaldığı otelde Rangnick’i ziyaret ediyor. Söz çok geçmeden Sacchi’ye geliyor. Galliani cebinden telefonunu çıkarıyor, Rangnick’in idolünü arıyor ve telefonu uzatıyor. “Taktikler hakkında uzun uzadıya konuştuk ve sonunda bana işin sırrının takımı senkronize hareket ettirebilmek olduğunu söyledi” diye hatırlıyor o konuşmayı Rangnick. Yüzündeki gülümseme o kadar kocaman ki, tüm cızırtıya rağmen, neredeyse hattın diğer ucundan duyabiliyorsunuz.