Bu bir basketbol devrimi ve kahramanları tanıdık isimler.
Kaan Kural • Yazıhane Yıllık: Dünya Yanarken
Bu Oyun Böyle Oynanır Kaan Kural
Gregg Popovich şu anda NBA’in en iyi koçu kabul ediliyor. Son 15 sezonda 5 şampiyonluk kazandı. Bu dönemde sürekli 50 üstü galibiyet alan iddialı bir takım yarattı. Sonuçlar başarısını fazlasıyla kanıtlıyor. Ama tek başına başarı, en iyi olmak için yeterli sebep olmamalı.
Bir zamanlar sıkıcı takım etkiketiyle NBA şampiyonluklarına ambargo koyan San Antonio Spurs nasıl değişti? Modern basketbolu değiştiren yola girmelerinde kimlerin etkisi var? Kaan Kural, Yazıhane Yıllık'ın açılış dersinde bunları yazdı. Şubat 2015'te yayımlanan kitapta neler olduğuna göz atmak ya da kitabı edinmek isterseniz yazihaneden.com/kitap adresine bakabilirsiniz.
Yazının girişindeki harika çizim ise Güneş Engin'in eseri.
Popovich başka bir takımda, başka oyuncularla çalışmadan tam olarak gerçekçi bir perspektif edinmek zor. 2000’lerin ortasında Phoenix Suns’ın başında bulunan Mike D’Antoni veya güncel örneklerden Oklahoma City Thunder koçu Scott Brooks için de çok güzel argümanlar üretilebilir. Efes Pilsen’deki David Blatt ve Avrupa’da çalıştığı diğer her yerdeki David Blatt arasındaki fark da bize en yakın örneklerden. Bazen koçların kafalarındaki planı kusursuz uygulayabilecekleri bir ortam oluşur. Bazen de tam tersi.
Bir koçun asıl değerini eldeki malzemenin potansiyelini ne kadar sahaya yansıttığı, hatta bu potansiyeli aşıp aşmadığı ile değerlendirmek gerekiyor. Sorun şu ki takımların potansiyellerini tam olarak ölçmeye de imkan yok. Subjektif bir konu bu. Oyuncuların bireysel gelişimi, o potansiyelleri ciddi anlamda değiştirebilir. Bu gelişimde koçun payı nedir? Peki doğru mühendislikle kurulmuş bir takımda bütün parçalar birbirini destekliyor, verimlerini artıran bir yapı oluşturuyorsa? Daha önce uyumsuz, verimsiz olarak görünen bu parçalar bu şekilde bir araya geldiğinde yapbozun doğru resmini oluşturup performanslarını katlıyorsa? Buna koçun katkısı nedir? Önceden belirlenen ve değerlendirme için baz alınan potansiyel seviye hem subjektif, hem değişken.
■
Spor, bir bilgisayar oyunu değil. Koçlar, teknik direktörler ellerinde kumandalarla oyuncuları yönetmiyor, ya da taktik ekranlarında algoritmalara en doğru değerleri girmiyorlar. Şekerspor’u Football Manager oyununda alıp 2021 yılında Şampiyonlar Ligi finaline çıkarmak, gerçek hayatta biraz daha karmaşık bir süreçten geçmeyi gerektiriyor. İşin içine insan faktörü girince rakamsal değerleri etkileyen, bazıları eldeki denklemden bağımsız gelişen onlarca faktör söz konusu.
Koçları üç ana vadede değerlendirmek gerek aslında: sezon, eşleşme ve oyun içi. Her koçun o sezonki hedefler doğrultusunda amacı, buna ulaşacak bir planı ve planı gerçekleştirecek yöntemleri olmalı. Bunu birden fazla sezon için düşünmesi gereken yapılar da var ama bunlar istisnai durumlar; hesaplar büyük oranda sezonluk yapılır. Ya da en azından yapılmalıdır. Aynı şekilde değerlendirmeler de sezon üzerinden yapılır. Bu açıdan, Popovich’in NBA’in en iyisi olması hayli olası. 82 maçlık yorucu NBA sezonunda oyuncularını belli dönemlerde dinlendirmesi, hiçbirine maç başına 30 dakikanın üzerinde süre vermemesi, takımın tam play-off öncesi en kritik zamanda form yakalamasına imkan veren bir döngü oluşturması, daha az kullanılan isimleri sürekli hazır tutması gibi gıpta ile izlenecek sezonluk bir plan ve uygulamaya sahip.
Ancak diğer iki alanda, eşleşme ve oyun içi tercihlerde de en iyi midir? Bir sonraki rakibe göre yapılacak taktik değişiklikler, özel hazırlıklar gibi konularda en iyi olduğu söylenebilir mi? Veya oyun içi gelişmelerde en doğru müdahaleleri yapmakta, maç dinamiğinde oluşan değişimlere, fırsatlara, sorunlara anlık doğru teşhisleri koyup tedavileri uygulamaya geçirmekte en iyi koç Popovich mi?
Sezon koçluğu neredeyse kusursuz olduğu için Popovich gerek eşleşmelerde, gerek maç içi dinamiklerinde büyük avantajlara sahip. Ama yine de bu iki alanda en iyi olduğunu söylemek kolay değil. En basit örnek, 2013 final serisi 6. maçında karşımıza çıkıyor: Taktik faul yaptırmamak bir tercih olabilir, ancak Tim Duncan’ı iki defa kenarda tutması –sonrasında verilen hücum ribaundlarını da göz önüne alırsak– şampiyonluğun kaybedilmesine neden olacak ölçekte bir gaf. Yine geçen sezonun ilk turunda, Dallas savunmasının çılgın ‘her perdede adam değişelim’ planına ancak 4. maçtan sonra çözüm bulabilmesi de var. Daha geriye gittiğinizde örnekleri çoğaltabiliyorsunuz. Bunlar Popovich’in büyüklüğünü gölgelemek için verilen örnekler değil. Gölgelemezler de zaten. Neredeyse binlerce karar veren bir insanın her kararının doğru olması beklenemez. Hele ki en yüksek platformda mücadele eden ve oraya tekrar tekrar gelen bir koçtan söz ediyorsak, aradan çekip çıkarabileceğiniz istisnai durumlar mutlaka olacaktır. Eğer eşleşme koçluğu ve maç içi koçluk konularında illa bir 1 numara arıyorsanız, yakın dönemde her iki unvan da muhtemelen Rick Carlisle’a ait olmalı.#
#Yeri gelmişken, herhangi bir alanda ikinci olmakta hiçbir sakınca yok. Modern dünya pazarlama stratejileri sürekli olarak “en iyi” olanı yücelterek algılarla oynasa da bu asla onun arkasındakilerin yetersiz olduğu anlamına gelmez. Usain Bolt’un varlığı Tyson Gay’i yavaş ya da yetersiz kılmaz. Karşı karşıya geldiklerinde Rafael Nadal’ın üstünlüğüne boyun eğmesi Roger Federer’i ikinci sınıf yapmaz. Lionel Messi veya Cristiano Ronaldo’nun yeni bir rekor kırması, önemli bir başarıya ulaşması, “dünyanın en iyi futbolcusu” tartışmasında sürekli kıyaslandığı diğerini Çakma Ronaldo veya Çakma Maradona yapmaz. Birini daha çok sevmeniz, takdir etmeniz diğerinin değerinden götürmez. Aslına bakarsanız dünya düzeninin geldiği bu “daha iyi, en iyi” saplantısından biraz arınırsak, zaten başlı başına çok özel insanlardan bahsedildiğini ve ister nesnel, ister öznel olsun tüm kıyaslamalarda geride kalanın bile çok değerli, hatta duruma göre bazı açılardan daha değerli olduğunu fark edebiliriz. Ronaldo’nun Messi’den daha iyi olduğunu düşünebilirsiniz. Haklı da olabilirsiniz. Ama bu durumda bile Messi’nin dünyanın en iyi ikinci oyuncusu, hatta futbol tarihinin en iyi ikinci oyuncusu olduğunu söyleyebiliriz. Ve emin olun, binlerce futbolcu arasında elde edilmiş bu unvan gayet iyi. Nesnel ve değişken bir “en iyi” olmaya fazla kafayı takmış durumdayız dünya olarak. İkisi de muhtemelen futbol tarihinin en iyi oyuncuları. Hangisinin daha üstün olduğunun hiçbir önemi yok aslında. İkisi de saçmalık derecesinde iyi çünkü.
Ancak değerlendirmeyi koçların sorumluluklarını üç ana başlığa bölerek de yapsanız, başka bir yaklaşım da geliştirseniz; elde edeceğiniz sonuç büyük oranda ilgili zaman aralığı ile bağlantılı olacaktır. Efsane koç Dean Smith kariyerindeki ilk şampiyonluğu kazandıktan sonra kendisine sorulan “Bu sonuç sizin büyük koçlar arasındaki yerinizi almanızı sağladı mı” sorusuna, “Üç saat önce olduğumdan daha iyi bir koç değilim” yanıtını vermişti. Yani o sezon için yapılan bir değerlendirme yalnızca koçun performansını ölçer, değerini ve ne kadar iyi olduğunu değil.
■
Popovıch’in iyi ve başarılı bir koç olduğuna şüphe yok. En iyi olup olmadığı meselesi ayrı ve aslında oldukça da gereksiz bir tartışma. Onu pek çok meslektaşından ayıran ve başka bir yere koyan, sezonluk performanslarından çok farklı bir şey. Onu “özel” yapan, hayata ve işine bakış açısı. Sırp asıllı koç, pek çok meslektaşının aksine egosuna ve geçmişe yenik düşmüyor. Onun asıl rakibi gelecek. Asıl büyüklüğü de işte burada.
Rekabetçi bir ortamda başarı için özgüven şarttır. Bu özgüven zaman zaman kibir çizgisini ihlal eder. Hatta başarı için çoğu zaman o sınırlara dayanması da gerekir. Hele spor gibi en üst düzey rekabetçi bir ortamda özgüven başarı ile harmanlandıkça, en olgun karakterlerin bile egosunun coşması çok doğal bir sonuç. Başarı geldikçe, kendine güven pekişir. Doğru yaptığına, doğru düşündüğüne yönelik inanç güçlenir, ego şişer. Kötü bir döngü ve ne yazık ki en iyi niyetlileri bile dişlileri arasında öğütüp bambaşka düşünce yapılarına sokabiliyor. Genelde saçma illüzyonlar yaratıyor. Örneklerine siyaset arenasından da fazlasıyla aşinayız. Baron Acton’ın ünlü sözü bu alanda da geçerli: “Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır.”
Sorun şu ki spor, hayat gibi dinamik. Hatta doğrudan üstünlük kurma çabası olduğu, doğasında rekabet barındırdığı için çok daha dinamik. Herhangi bir sporu yirmi yıl öncesi ile kıyaslayın. Atletizmde derecelerin gelişimine bakın. Teniste topun hızına, düştüğü yerlere. Takım sporları için, yirmi yıl önce kafanızda efsaneleştirdiğiniz o takımların oyununu arşivden maçlar yayınlayan kanallardan bir daha izleyin isterseniz. Ne kadar yavaş ve yavan geliyor değil mi? Oyuncular hızlanıp güçleniyor. Oyun daha karmaşık, daha dinamik hale geliyor. Ve eğer bu gelişimi takip etmezseniz, en iyi olduğunuz bir ortamda bile çok kısa sürede geride kalırsınız.
■
Dünya genelinde de takip etmeniz gereken bir ‘basketbol metası’ var. Buna uygun hareket etmediğiniz takdirde, en iyimser bakış açısıyla demode kalırsınız. Tamamen tedavülden kalkmamışsanız bile, yola büyük bir dezavantajla devam ediyorsunuz demektir. Meta, Yunanca bir önek. Eklendiği sözcüğe “ötesinde” veya “ardından” anlamı getiriyor. İngilizceye de önek olarak geçmiş. Ancak daha çok eklendiği kavramın, tamamlamak veya anlamını desteklemek adına, soyutlaştırılması için kullanılıyor. Tabirin şu anda dolaşıma girmiş yaygın kullanımı ise oyun dünyasından geliyor aslında. “O anki şartlarda en verimli, en iyi sonuç veren oynanış biçimi, ana strateji” anlamına geliyor. İlk olarak Magic: The Gathering türevi kart oyunlarında sıklıkla dile getirilen bu söz, daha sonra çevrimiçi çok kişili oyunların yaygınlaşmasıyla orada da sıklıkla kullanılmaya başladı.
San Antonıo Spurs, 1997’de Duncan’ın takıma gelişinden itibaren sürekli üst düzey bir takım oldu. 2000’lerde NBA’in en iyi savunma takımına evrildiler.
Bununla birlikte meta, oyunlara özel bir tabir değil. Her rekabet ortamında, üstünlük kurma mücadelesinde geçerli. İnsanlık tarihinin en büyük üstünlük sağlama mücadelesi, rekabeti olan savaşın metası da yıllar içinde çok değişti. İlk önemli meta, ağır piyade sınıfı. Romalıların piyadelerine metal zırh giydirip kalkan vermesi, onları ayrı ayrı yönetilen disiplinli altbirimlere dönüştürmesi ilk büyük savaş metasını yarattı. Bu metayla Roma, Avrupa’ya yüzyıllar boyu hüküm sürdü. Ellerinde silahlarıyla langır lungur savaşa dalan vahşi kabilelere karşı zırhlı ve birimlere ayrılmış Roma orduları zafer üstüne zafer kazandı. Zaman içinde rakipleri de elbette onları taklit etti. Başarılı metaya geçiş yapmaya başladılar. Çünkü metaya uymayan, ağır piyadesi olmayanlar üstünlük kurma mücadelesinde dağıldı gitti. Elde balta, haldır huldur, kalkanlı zırhlı falankslara dalanlar daldıklarıyla kaldılar.
Ama sonra meta değişti. Başta Moğollar olmak üzere, Orta Asya steplerinde hızlı atlarla savaşan kavimler Batı’ya geldikçe Roma metasını paramparça ettiler. Ağır piyadelerin etrafında hafif süvariler, kelimenin sözlük anlamıyla “at koşturdular”. Ağır piyadeler eskiden “ağır basarken”, artık “ağır kaldılar”. Roma dağıldı. Kavimler Göçü geldi. Herkes de yeni metaya uydu elbette. Avrupa orduları, daha hızlı birliklerle tanıştı. Süvarisi olmayanlar direnemedi.
Sonra ortaçağ ve kale savaşları dönemi. Hafif süvarilerin yıkıcı, yağmacı etkisi dev kalelere sığınarak bertaraf edildi. Hop, herkes kale dikmeye başladı. O metayı da önce mancınık, sonra trebuchet, ardından da toplar bozdu. Bunları ateşli silahlar takip etti.
17. yüzyılda kolonileşme ile birlikte deniz kuvvetlerinin yükselişini izledik. “Dünyanın bizden sonraki iki büyük donanmasının toplamından iki kat büyük bir donanma yapmalıyız” diyerek yola çıkan İngiltere, cihan imparatoru oldu. Onu zırhlı mekanize birlikler metası ve Almanya izledi. Birinci Dünya Savaşı’nda hava kuvvetleri eklendi. Sonra roketler ve nükleer güç ile bugünün metasına kadar geldik.
Bu dünya savaş tarihi üzerinden metayı, basitçe “eldeki bileşenleri üstünlük kurmak için en verimli şekilde kullanmak” olarak tanımlayabiliriz. Savaş metasının yaklaşık 2500 yıllık değişimine bakınca, son 100 yılda, önceki 2400 yıldan daha hızlı bir değişim olmasına şaşırmamak lazım aslında. Keza son 20 yılda, önceki 2480 yıldan daha fazla değişim yaşandığı da söylenebilir. Teknoloji döngüleri geometrik olarak artıyor, dolayısıyla da bileşenler değişiyor. Bileşenler ve buna paralel olarak bileşenlerin verimliliği farklılaştıkça, meta da kaçınılmaz olarak değişiyor.
■
San Antonio Spurs, 1997’de Duncan’ın takıma gelişinden itibaren sürekli üst düzey bir takım oldu. 2000’lerde NBA’in en iyi savunma takımına evrildiler. Bruce Bowen’ın rakibin en önemli dış silahına hayatı zindan ettiği, bütün dış oyuncuların rakibi ortaya değil kanatlara yönlendirerek, içerideki iki uzuna doğru kanalize ettiği bir düzenleri vardı. Duncan – Robinson’la başlayan bu İkiz Kuleler düzeni, daha sonra Duncan sabit kalmak üzere partnerleri Nazr Mohammed, Radoslav Nesterovic ve son dönemde de Tiago Splitter ile devam etti.
Spurs’ü güçlü kılan bu savunmaydı. Rakipleri tamamen oyundan düşüren, ne düşürmesi, oynama isteklerini ortadan kaldırıp bunalıma sokan bir düzen. 99, 03, 05, 07’de dört şampiyonluk getirdi bu düzen. Diğer senelerde de başarısız olmadı, hep zirveye oynadı. 00, 01, 02, 04’te Shaq – Kobe, 06’da Nowitzki ve Dallas,#08’de yine Kobe –bu defa Shaq değil, Gasol ile birlikte– durdurdu Spurs’ü. Bu dönemde Spurs’ü bir şekilde deviren tüm takımların final oynadığına da dikkat çekmek gerek.
#2006’daki San Antonio – Dallas serisi, NBA tarihinin en muhteşem play-off serisi olabilir. En azından bana göre öyle.
2009’la birlikte ise düşüş başladı. 10 yıl boyunca sürekli zirveye oynayan, ligin en elit 2-3 takımından biri olan Spurs’ün döngüsünü tamamladığı, yaşlı çekirdeğinin başarıya doyduğu düşünülüyordu. Öyle de olmalıydı zaten. Zira basketbolda bir oyuncu çekirdeğinin zirvede kalma ömrü ortalama 6-7 yıldı ve 10 yıl bu standartların üzerindeydi. Nitekim 2009’da başlayan düşüş, 2010’da hız kazandı ve artık Spurs’ün ismi elit takımlar sayılırken zikredilmemeye başladı. Bowen bıraktı, takımın çekirdeğini oluşturan Duncan – Ginobili – Parker üçlüsünden ikisi otuzlu yaşlarının ortalarını buldu.
Popovich bu noktada kariyerinde yaptığı binlerce doğru işten daha farklı ve daha önemli bir şeye kalkıştı. Basketbol metasının değiştiğini görerek yıllardır kendisine başarı üstüne başarı getiren, üzerinde büyük emek harcadığı, her sene ince ince işleyerek kusursuzlaştırmaya çalıştığı düzenden vazgeçti. Vazgeçebildi.
Bunun ne kadar zor, ne kadar sancılı, ne kadar riskli bir değişim olduğunu anlatmak zor. Bütün bir hayatınızı adadığınız bazı prensiplerden vazgeçiyorsunuz. Üstelik o prensipler, size sayısız başarı kazandırmış ve doğru olduklarını ispatlamış prensipler. Mantığınız ne kadar ısrar ederse etsin, var olan ve yolunda giden düzenin konformizminden ayrılmak demek bu; yılların emeğiyle ince ince işlenmiş, emekle inşa edilmiş bir yapıyı terk etmek demek. Hem mantıken, hem de duygusal olarak verilmesi çok zor bir karar. Uygulanması iki kat daha zor. Nitekim dünya üzerinde pek çok koç, bu nedenle, akılları kendilerine doğru olanı işaret etse de bu kararı veremiyorlar. Cesaret edememekle ilgili değil bu. Ruhları kabul edemiyor. Tüm öğretileri, emeklerinin etkisi, geçmişin başarı tecrübeleri tanımlaması zor bir direnç yaratıyor. İnandığı değerlerden vazgeçmek, bir şeyleri yanlış yapıyormuş hissi veriyor. Ne kadar yüksek egolu bir alanda olduklarını da düşününce, bu direncin büyüklüğünü siz tahmin edin. Yaptığınız en ufak hamlelerin bile defalarca sorgulandığı, manşetlere, gündelik sohbetlere konu olduğu, sürekli mercek altında didik didik edildiği bir ortamda fikirlerinize güvenmeniz ve ısrarcı olmanız sizi istenen hedefe götürmüş. Tüm bunların üzerine o fikirleri sorgulayan kendi yargılarınız bile olsa bir direnç gösterirsiniz.
Popovich işte bu değişimi yaptı. Bu noktada biraz da şanslıydı aslında. Çünkü o 2000’ler boyunca basketbola dikte eden savunma metası basketbolunu kusursuzlaştırırken, değişimi direkt karşısında buldu ve onunla mücadele etmek zorunda kaldı. 2000’lerin ortasında D’Antoni’nin Nash – Amare – Marion çekirdeğiyle ortaya çıkan Phoenix Suns’ı Batı’daki Lakers – Mavericks – Spurs troykasını yıkan, daha doğrusu yıkmaya çalışan takım olmuştu. Ligi, özellikle de normal sezonu, hallaç pamuğu gibi attılar ama play-off gelip çattığında sürekli Spurs’e tosladılar.
Spor maalesef fazla sonuç odaklı yaklaşıyor oyuna. O Suns takımı oynadığı oyunla sürekli övgüler alsa, basketbola yeniden keyfi getirdiği konuşulsa da sezon sonunda hep teklediği için “Ya eğlenceli falan da bu sistemle şampiyon olunmuyor işte” diyerek yaftalandı. Amerikan medyasının tümdengelimci yaklaşımı hep ‘sonucu açıklamak’ üzerine kuruludur. Onlar da bu yaftayı geçerli kanı ve kesin doğru halinde servis ederek kabul ettiler, algıyı oraya çektiler. Jack McCallum’ın Suns’ı anlattığı kitabının adı olan “7 Saniye veya Daha Az” bir slogan haline geldi. 24 saniye süresinin ilk 7 saniyesinde veya daha kısa bir sürede hücum etme temel prensibiyle oynadıkları oyun, seyir zevkini katlamıştı katlamasına ama şampiyon olamadığı için hep ‘romantik bir deneme’ olarak değerlendirilmeye mahkumdu.
Sporda rakamsal olarak skorborda yansıyan bir sonuç var ve en nihayetinde her şey, onun üzerinden konuşuluyor. Fakat tümdengelim yapmak şart değil. Tümevarım yapılabilse durum daha farklı olabilir. Suns’ın bir sezon Joe Johnson’ı, bir diğerinde Amare Stoudemire’ı kaybetmesini; bir başka sezonda Robert Horry’nin darbesi sonrası bench sınırlarını ihlal eden Amare ve Diaw’ın çok kritik bir maçta ceza almasını tarih hep dipnot olarak kaydetti. Kaybetmişti işte Suns, Spurs’ün düzeni üstündü halen. Suns’ın yaşadığı şanssızlıkların önemi yoktu. Spurs’ün yaptıkları daha iyiydi. Boşverin şimdi Suns’ın oyununu!
Halbuki işin içine dahil olan ve sonucu etkileyen faktörleri göz ardı etse bile, tümevarım yoluyla bu sürecin nereye gittiğini görmek gerekiyordu. Suns sakatlık dönüşü eskisi gibi olmayan Amare’ye, yaşlanmaya başlayan Nash ve Marion’a, ayrılan Johnson’a rağmen, kadro kalitesi düşse de, oyun olarak verimliliğini keskinleştiriyor ve metasının detaylarını cilalayarak onu daha etkili hale getiriyordu. Spurs’ün, hatta tarih boyunca tüm dünya basketbolunun, en küçük detaylarına kadar kusursuzlaştırmaya çalıştığı savunma temelli “düşük top kullanma sayısı, yüksek fundamental” oyunu zaten maksimum verimliliğe yakın çalışıyordu. Suns’ın “7 saniye veya daha az” yani “yüksek top kullanma sayısı, gafil avlayıp fırsat yaratma” oyunu daha yeni yeni bir takımda merkeze oturmuştu. Onun detaylarını cilalamak için ne doğru zamandı, ne de personel hazırdı.
Bunu pek çok kişi ıskalamış olabilir ama muzaffer tarafta yer alan ve egosu bir yavru kedi muamelesi görerek okşanan Popovich ıskalamadı. Herkes ne kadar doğru yaptığını anlatıp kendisini alkışlara boğarken o, bu alkışlarla sağır olmadı. Kazandığı halde Suns’ın daha verimli, daha potansiyelli, değişen bileşenlere daha uygun bir şey ürettiğini gördü. Gerçi Popovich’in de bu değişimi Spurs düşüşe geçmeden önce uygulamaya koyamadığı söylenebilir ama mantığının söylediği şeyin, kolaycılık, geçmişin alışkanlıkları ve öğretileri, ego gibi faktörlerle kalbi tarafından gölgelenmesine izin vermedi. En azından elindeki yapı teklemeye başladığında vazgeçmeyi bildi. Ve eski inandıklarını, uyguladıklarını değiştirdi. Modern basketbola geçti.
■
Peki ne menem bir şey bu modern basketbol? Temelde merkeze savunmayı değil, hücumu almak olarak özetlenebilir aslında. Ana kurguyu “rakibi durdurmak” değil, “rakibi aşmak” üzerine kurmak yani. Ama elbette bu kadar basit değil.
Yaşanan değişimi ve yeni metayı gözlemlemek için en iyi nokta şu andaki oyuncuların pozisyon tanımları olabilir. Basketbol çoğunlukla sahada ebatları belli aralıklarda değişen beş oyuncu ile oynanıyor. En optimum yapı bu çünkü; beş tane 2.10’luk devle de, 1.85’lik beş oyuncuyla da oynamak verimli değil. “2 metrelik beş adamla oynanabilir mi?” uzun süredir dolaşımda olan bir soru, fakat bunun da zorlama olacağı aşikar. Farklı yapılar esneklik getiriyor. Bu hem rakibe yapısal avantaj vermeyen, hem de belli avantajları kullanan bir dağılım. Basketbolun 100 küsur yıl önce Springfield’da oynandığı ilk günden bu yana sayısız deneme yanılmayla, sayısız analizle ortaya çıkan optimum durum bu. İstisnai yapılar olsa da bu beş oyuncunun genel hatları belli.
Bu beş oyuncu çok çok uzun zamandır, sahadaki rollerini açıklayacak şekilde oyun kurucu, skorer guard, kısa forvet, power forvet ve pivot olarak tanımlanıyor. Peki şimdi bir bakın oyuna. Bu isimler geçerli mi? Oyuncular bu rollerde mi oynuyor? Mesela artık oyun kurucular, oyun kurucu mu gerçekten? John Stockton, Orhun Ene, Sarunas Jasikevicius türlerinin nesli tükendi. Ya da sayıları çok azaldı. Artık Tony Parker, Russell Westbrook, Ender Arslan, Vassilis Spanoulis türü 1 numaraların dönemi. Keza skorer guard, artık onlar da azınlık. Michael Jordan bugün basketbol oynasaydı, kesinlikle daha farklı bir oyuncu olurdu. Esasen modern oyunda oyun kurucu ve skorer guardın birleştirilip tek bir oyuncuya dönüştüğü söylenebilir. Yeni basketbol metası sahada iki tane 1.5 numara istiyor.
Power forvet ise artık tamamen yok olan bir pozisyon. Herkes yeterince kuvvetli olduğu için power tanımına pek gerek yok. Zaman içinde bu tanımı yaratan ‘pota altında kuvvet ile etkin olma’ özelliği, artık pozitif bir özellik değil. Tersine bu özelliği taşımanız, sınırlı bir oyuncu olduğunuz anlamına geliyor. Şut atamayan power forvetin hayat şansı yok neredeyse. 5 numaralar ise çok çok uzun zamandır pivot değil. Zaten artık sabit bir oyuncu yok ki basketbolda, sabitlikten türemiş pivot gibi bir tanım geçerli olsun. Geriye sadece kısa forvet kalıyor ki o da çok geniş bir tanımlama olduğu için halen geçerliliğini koruduğunu söyleyebileceğimiz yegane rol. Buna karşılık, artık oyunda numaralandırma daha çok kullanılıyor. Elbette değişen, çeşitlenen yeni görevleriyle. Kilit nokta da bu zaten. Artık oyuncuların modern basketbol metasında daha geniş tanımları, daha geniş görevleri olmak zorunda.#Pozisyonların görev tanımlarını ‘oyun kurmak’, ‘sabit olmak’, ‘skor yapmak’, ‘güç ile etkin olmak’ üzerinden yapmak çok sınırlayıcı. Bu kadar sınırlarsanız yetmez. Modern savunmalar boğar böyle esnekliği düşük yapıları.
#Pozisyonların tanımının daha fazla değiştiği spor aslında futbol. Aynı zamanda metanın değişimini orada gözlemlemek de daha kolay. Çünkü takımların sahadaki dizilişleri zaten metayı anlatıyor. Yaşı yetenler hatırlar. Seksenli yıllarda Sepp Piontek ve Danimarka milli takımı, dünyaya 3-5-2 dizilişini tanıtmıştı. O güne kadar genel olarak takımlar 4-4-2 veya 5-3-2 düzenleri ile oynuyorlardı. Seksenlerle birlikte çok yüksek kondisyona sahip oyuncuların yetişmesiyle, yani değişen bileşenler sayesinde, Piontek öncülüğünde Danimarka birincil görevi savunma olan oyuncu sayısını azaltıp kalabalık, ileri-geri oynayabilen bir orta sahayla adeta şahlandı. O dönemin sonunda 1992’de Avrupa şampiyonluğu bile yaşadılar. Zaman içinde 3-5-2, futbolun temel metası oldu. Dizilişlerin değişimi, futbol metasının değişimini de çok net şekilde gösteriyor bizlere. Elbette bu değişimde sahadaki roller de farklılaştı. Mesela futbol dünyasının bütün oyuncuları geçmiş efsanelerle kıyaslanır da artık kimse Franz Beckenbauer’le karşılaştırılmıyor. Çünkü futbol metası Kaiser’in oynadığı rolü, libero pozisyonunu, oyundan sildi. Artık kimse liberolu oynamıyor, oynayamıyor. Bir başka örnek Rıza Çalımbay. Efsane Beşiktaş kadrosunun demirbaşlarından biriydi Rıza. Şimdilerde sadece tek bir kanatta görev yapabilen, çok hızlı olmayan, en önemli özelliği orta yapmak olan bir kanat oyuncusuna hangi takımda yer açabilirsiniz? Çok değil 20 yıl önce Semih Yuvakuran ve Orhan Çıkrıkçı’yla birlikte Türkiye’nin en önemli kanat oyuncularından biriydi. Şimdi? Oyun metası artık kanatların işlevlerini değiştirdi, geliştirdi. Sadece belli özelliklere sahip oyuncular yok artık. Kim bilir, belki bu devirde oynasalar Rıza, Semih gibi isimler çok daha farklı oyuncular olurlardı. Ama o zamanki meta başka bir şeyi dikte etti oyunculara. Semih veya Rıza’nın yetenek düzeyinden bağımsız bir konu bu. Şu anda belki bu isimlerden daha az yetenekli oyuncular daha verimli, daha farklı rollerle oynuyorlar kanatlarda. Keza Türk futbol tarihinin gördüğü en büyük golcü Tanju Çolak. Veya bir nevi muadili sayılabilecek olan Mario Jardel. Artık o tip bir santrfor da yok oyunda. Meta, bileşenleri değiştiği için değişiyor ama aynı zamanda kendi bileşenlerini de değiştiriyor.
Basketbolda uzun süre hücumun öncelikli hedefi, topu bir şekilde potaya yaklaştırmak ve mümkün olan en kısa mesafeden atış kullanmaktı. Pasla olur, penetre ile olur, bir şekilde olur. Basit bir mantık, ne kadar yakından atarsan topun çemberden girme şansı da o kadar artar. Doğru da bu mantık. Seksenlerle birlikte üç sayılık atışın oyuna dahil olması bile bu görüşü fazla değiştirmedi. Uzaktan atınca kaçıyordu genelde atışlar, yakından atmak daha garantiydi.
Bu nedenle tüm stratejiler topu bir şekilde potaya yaklaştırma ana amacı gözetilerek kuruldu, oyun topu potaya yaklaştırma çabası üzerinden şekillendi. Hızlı oyunda açık sahada savunma yerleşmeden potaya ulaşmak kolay olduğu için oyunu yavaşlatmak, keskin oynayıp içeride hareketsiz olan hedeflere topu ulaştırmak veya süratle belli boşluklar yaratıp oraya girmek, yüksek fundamentale sahip oyuncular üzerinden de o pozisyonları sayıya çevirmek esas hedef oldu.
2000’ler boyunca Spurs ana çatısını bu ‘potaya yaklaştırılmak istenen’ topu sürekli Duncan ile beraber oynayan Robinson/Mohammed/Nesterovic üçlüsünün üzerine dip taraftan yönlendirerek kurmuştu. Tüm basketbol metası da işte böyle şekillendi. Oyun yavaşlasın, sıkışsın, potaya yaklaşmaya çalışanlar karşılarında dev adamlar bulsun istendi. Oyun yavaşladıkça potaya atılan toplam atış miktarı azaldı, her hücumun değeri arttı. Eğer o hücumları yüksek fundamentalle, iyi kurguyla keskin olarak bitirebilirseniz sonuca ulaşabiliyordunuz. Potaya az top atmak, kadrolar arasındaki yetenek makasını da daraltıyordu. Yetenek makası daraldıkça, çabanın, koordinasyonun değeri artıyordu.
■
Spurs bu ekolün lider takımlarından biriydi. Ama hakim meta, hemen her yerde bu tip bir oyunu dikte ediyordu. Avrupa’da da hakim olan Sırp basketbol ekolü, başta koçları vasıtasıyla kıta geneline yaydı bu oyun stilini. İşin ilginci burada da Litvanya yıllarca Suns’ın yaptığı gibi antitez üretti bu oyuna. Üstelik 1999’da Zalgiris ile kulüpler bazında, 2003’te de milli takımları ile Avrupa şampiyonu oldu. Ne var ki 2003’te altına kadar ulaşan, katıldığı her turnuvada sürekli zirveye oynayan Litvanya milli takımının metası bir türlü kabul göremedi. Genelde başarı kopyalanmaya çalışılır, fakat hiç kimse Litvanya’yı kopyalamaya cesaret edemedi. İronik olan, belki de artık herkes Litvanya gibi oynamaya çalıştığı için, Avrupa’da bunun öncülüğünü yapan küçük Baltık ülkesi şimdilerde üst seviyede kalmakta zorlanıyor.
Litvanya’nın yaptıklarının taklit edilmemiş olması, diğer herkesin kör olduğu anlamına gelmez elbette. Kıtada basketbolun teknik-taktik yönüyle uğraşan binlerce koç/analizci var, pek çoğu da gerçekten değerli beyinler. Bu daha çok risk yönetimi ile alakalı.
İronik olan, belki de artık herkes Litvanya gibi oynamaya çalıştığı için, Avrupa’da bunun öncülüğünü yapan küçük Baltık ülkesi şimdilerde üst seviyede kalmakta zorlanıyor.
Sadece sportif alanda değil, herhangi bir organizasyonda temel amaç zaafları mümkün olduğunca perdelemek, gidermek, hataları azaltmak, mümkünse yok etmektir. Diğer yandan güçlü yanları öne çıkarıp onlara yönelmek amaçlanır. En azından öyle olması gerekir. Koçlar da takımlarını yönetirken, yüzlerce aksiyon arasında yapılan hataları mimimize etmeye, düzeltmeye çalışıyor. Zaten 60-80 arası hücum olan ve denk takımlar arasındaki farkın 2-3 topla belirlendiği bir oyunda, çok küçük bir değişim kazananla kaybedeni tayin edebiliyor. Bu yüzden psikolojide cognitive bias denen olgu (muhakemeyi etkileyen ve genelde objektiflikten çıkaran tüm faktörler) çok geçerlidir. 1 sayıyla kaybedilen bir maçın sonunda “O sondan önceki hücumda top kaybetmeseydik”, “%62 ile faul atmasak”, “Üçüncü çeyreğin sonunda orta sahadan salladı girdi”, “2 dakika kala net faulü atladı hakem” denebilir. Hepsi de haklıdır. Ama mesele bu argümanların haklı olup olmaması değil. O her biri sonucu etkileyen değişkenlerin bir de karşılığı var; benzer argümanlar rakip için de başka şekilde tezahür etmiş olabilir. O maç 1 sayıyla kazanılmış da olabilirdi, bu oynanan oyunun bütününde yapılanları değiştirmezdi. Farkı belki tek bir top yarattı. Ama oyunu o noktaya getiren 70-80 top daha var. Öncelik, bütünde neler yaptığınızdır. Daha sonra o son eşiği aşacak tek topta farkı yaratacak detaylara inebilirsiniz.
Koçlar da başarı için kurdukları genel planın detaylarına çok takılı kalabiliyorlar. Detaycılıkları elbette yanlış değil, ancak büyük resme bakamazlarsa eksik kalabiliyor. “Çok hata yaptık, şunları azaltsak olacak bu iş” demekten doğal bir şey yok. Lakin asıl mesele hataların miktarını azaltmaktan çok, hata payını artırabilmek. Daha az hata yaparak da kazanabilirsiniz. Ama daha çok hatayı kaldıracak bir yapı kurarsanız, o hataların miktarına göre kazanma ile kaybetmeyi ayırt edecek esneklik alanınız açılır. Zaafları azaltmak, hataları gidermekten başka bir yol daha var. Hataların ve zaafların önemini azaltmak, yani hata payını artırmak. Çünkü ne kadar çalışırsanız çalışın, miktarını azaltmayı başarsanız da hatalar hep olacak. Ve bazı günler, diğerlerinden fazla olacak.
Sahada takımın başarısı için kapsamlı plan yapmış bir koçun, hava atışı yapıldıktan sonra olan bitene müdahale şansı sınırlı. İnandığı, mutlu sona götürecek planındaki aksamalar kenarda ömründen ömür, saçından tel götürüyor. Doğal olarak hatayı azaltmaya çalışıyor. Müdahale edebileceği en önemli alan bu çünkü. Üzerinde durduğu asıl konu ise savunma. Zira savunma, yetenekten çok koordinasyon ve çaba isteyen bir alan. Hiçbir oyuncuyu üç sayılık atışı kaçırdı diye suçlayamazsınız. Ama savunmada yanlış yerde duruyorsa, talimatlara uymuyorsa onu düzeltmek, geliştirmek, duruma göre alternatif başka bir oyuncu kullanmak mümkün. Koçun etkin olarak iyiye götürebileceği asıl alan o. Keza sıkışık bir oyunda uygulama keskinliğini cilalamak da mümkün. Perdenin açısından topsuz hareketlenmenin zamanlamasına kadar, her şeyi milim milim geliştirebilirsiniz. Bireysel yetenekleri sınırladıkça, oradaki farkı azalttıkça uygulamanın önemi artar. Bu yüzdendir ki koçlar, tamamen iyi niyetle, oyuna olumlu katkı yapabilmek için savunma temelli yapıları hep ön plana çıkarır. Dolayısıyla tedavülde olan savunma metası, koçların dizginleri ellerinde tutabilmesini ve oyuna daha çok etki edebilmesini sağlıyordu.
■
Peki bu meta neden değişti? Daha önce de çok yüksek tempoda oynanan oyunlar, deli gibi koş-koş basketbolu oynayan takımlar, hücumu her şeyin önüne koyan koçlar vardı. Yakın tarihte en bilinen örneği kimi yerlerde deli olarak anılan Paul Westhead’dir. Doksanların başındaki Denver Nuggets takımına çılgın bir tempoda basketbol oynatırdı. Maç başına 120 sayı atıyorlardı. Ama bir sorun vardı, buna karşılık 130 sayı yiyorlar ve sürekli kaybediyorlardı. Kontrolsüz güç, güç değildir. Koşmak iyidir de sadece koşarak olmaz bu iş. Defans yapmadığı için isminden D harfi atılan, “Enver Nuggets” diye çağrılan o takımın koçu Westhead bir deli değil, muhtemelen zamanın ötesinde düşünen bir basketbol adamıydı. Tek sorun, onun düşüncesini uygulayacak bileşenlerin henüz var olmamasıydı.
Artık o bileşenler var. Şimdilerde her oyuncu, fiziksel olarak Westhead’in 25 yıl önce elinde bulundurduğu oyuncu grubuna göre daha kuvvetli ve dayanıklı. 3 veya 4 numaralar karşılarında bir guard bulduklarında bile kolay kolay ittiremiyorlar. Elbette kuvvet ve fizik farkları halen var, ama her oyuncu belli kuvvet eşiklerinin üzerinde günümüzde.#Yıllarca oyuncular temelde kuvvet/çabukluk dengesinde bulundukları yerlere göre sınıflandırıldı. Ama artık çabuk oyuncular da yeterince kuvvetli, o alanda fazla dezavantaj yaşamıyorlar. Yavaş olanlar veya yavaş oynayanlar ise halen yavaş.
#Bunun nedenleri çok çeşitli. Başta antrenman ve beslenme yöntemlerinin gelişmesi geliyor elbette. Çok daha güçlü oyuncular yetişiyor. Bir de HGH etkisi var ama bunu ispat etmeden dile getirmek haksızlık olur. Yine de NBA’deki oyuncuların fiziksel gelişimine baktığınızda, bunun bol bol süt içerek gerçekleşebilecek bir durum olduğundan şüphe duymanız çok doğal. En basit örneklerini NBA’e yeni giren oyuncuların sadece 1-2 sene içinde fiziksel olarak nasıl değiştiğini gözlemleyerek anlayabilirsiniz.
Üstelik oyun ilerledikçe savunma stratejileri ve anlayışları da değişti. Bir zamanlar takımların asıl gücünü tanımlayan ‘pota altı etkinliği’ artık eski öneminde değil. Ana amaç ‘topu bir şekilde potaya yaklaştırmak’ olmaktan çıktı. Çünkü topu potaya yaklaştırmak, daha kolay ve daha yüzdeli atış kullanmak anlamına gelmiyor. Sahada çabuk reaksiyon verebilen, ayakları çabuk, sürekli yer değiştiren oyuncular olduğu için kimse potaya yakın bölgelerde kolay kolay bire bir kalamıyor. Sırtı dönük top alıp 6-7 kere dripling yaparak, rakibini kıçını dayaya dayaya potaya iten dev uzunlar artık dinozor kapsamında. Alçak postta top alan bir oyuncu daha ikinci driplinginde topuna el uzatan, hareket alanını sıkıştıran fazladan bir savunmacının yanında bitiverdiğini görüyor, daha fazla ilerlemesine izin verilmiyor.
00-02 arasındaki Shaquille O’Neal, belki de NBA tarihinin gördüğü en yıkıcı güçtü. Durdurulması imkansız bir makineydi. Potaya yakın top aldığında, rakiplerini tamamen çaresiz bırakıyordu. Aynı Shaq bugün oynasa etkinliği büyük oranda düşer. Hemen her takımda başka tür bir oyuncu grubu, başka tür bir savunma yapılanması hasıl olmuş durumda. Devlere hareket alanı yok. Çünkü beş kişi sürekli hareket ediyor. Durduğunuz anda hareketli parçaların üstünüze çökmesi kaçınılmaz. Benzer sorunları ülkemizde Oğuz Savaş yaşıyor örneğin. Avrupa’nın belki de en keskin bitirici devlerinden biri. Gelgelelim, Buzul Çağı’nın ardından dinozorların devri kapandı. Ne yazık ki artık en iyi ihtimalle Komodo ejderi olabilir, T-Rex değil.
■
Başarı her zaman takipçi yaratır. Buna paralel olarak başarı gelmedikçe, değişim rüşdünü ispat edemez. Suns’ın mutlu sona ulaşamaması metanın değişmesini geciktirdi belki ama karşılığında ikna edici başka bir değişim yaşandı: Analiz. Hayatın her alanında artık daha derin analizler, bilimsel veriler üzerinden veri madenciliği yapılıyor. Basketbol da istisna değil. “Ah o top kaybını yapmasaydık 1 sayıyla kaybetmezdik” diye hayıflanan taraftara/koça/oyuncuya, rakamsal olarak o top kaybından daha önemli şeyler olduğunu anlatmaya başladı modern istatistik analizleri. Her şeyden önce maç başına sayının değil, hücum başına sayının önemli olduğu gerçeği kabul edildi. Öyle ya birinde 60, birinde 80 hücum yapılan iki maçta aynı miktarda sayı olursa, ikinci maçta çok çok daha büyük oranda iyi savunma yapılmış demektir. Keza 60 hücum yapılan bir maçta 12 top kaybı yapmak, aslında 80 hücumlu bir maçta 15 top kaybı yapmaktan daha fazladır. İnsan beyninin kendisine oynadığı oyunları azaltmanın yolunu, daha büyük resme odaklanmakta buldu modern istatistikler. Herkes oyun içindeki yüzlerce pozisyondan belli bir kısmını hatırlar, onlara odaklanır. Onları olduğundan daha önemli görmeye başlar. Ama analizciler büyük resmi rakamlara dökerek, karşı çıkılamayacak bilimsel temelli yargılar oluşturdu. Kullanım oranı, efektif şut yüzdesi gibi kavramlar geldi. %33 ile üç sayı atmanın, %50 ile pota dibi atış kullanmakla aynı sonucu yarattığını daha net, daha ölçülebilir şekilde ortaya koydu. “Pota dibinde kaçan o basit atışı takma hocam. Doğal ‘o atış nasıl kaçar?’ demek, o pozisyona takılmak. Ama kaçıyor işte. Kaçabiliyor. Takma bu kadar. Takacak daha büyük meseleler var. Üç sayı kaçırınca bunun kaçma ihtimali daha yüksek olduğu için fazla takmıyorsun da o pota dibi kaçınca dert ediyorsun. Ama genel toplama bakarsak, bütün çabanla ürettiğin 30 pota dibi atışta 20 isabet bulman sana 40 sayı getiriyor. 30 üç sayıda 13 isabet bulsan da 1 sayı fark ediyor sadece” diyebiliyor ve koçları kafalarında yerleşmiş, yıllar içinde başarısı ispatlanmış bazı değerlerin değiştiğine ikna edebiliyorsunuz.
İkilik ve üçlük atışların kıyaslaması bu kadar basit değil elbette. Basket olan topun psikolojik etkisi var, kaçan atışın ribaund ihtimali var, potaya yakın atışların faul aldırma olasılığı var. Var oğlu var. Ama kalıplaşmış temel öğretileri bir kere etkilerseniz alışılagelmiş/kabul görmüş yargıların artık eskisi kadar geçerli olmadığını da ortaya koymuş olursunuz. Paso üçlük atalım demiyoruz. Ama en uygun ve verimli hücumu kullanalım. O üçlük de olabilir, smaç da. Nitekim artık pek çok takımın orta mesafe şutlardan veba gibi kaçınmasının temelinde bu “verimsizlik” sorunu var.
Analiz dünyası her geçen gün daha da ileriye gidiyor. Bir zamanlar askeri bir teknoloji olan ve havadaki füzelerin rotasını belirlemek için geliştirilen VU takip sistemi, artık salonlarda oyuncu ve topların hareketini takip eden düzenek olarak kullanılıyor. SportsVU deniyor bu sisteme. Ayrıca Synergy Sports’un geliştirdiği, oyunu en basit parçalarına kadar bölen ve ölçen düzenekler var. Artık Al Jefferson’ın hücumun ilk 10 saniyesinde sol alçak postta top aldığında ne yaptığını tek tuşa basarak gerek rakamsal, gerek görsel olarak çıkarmak mümkün. Hem de kariyerinde oynadığı tüm maçlardan. Cedi Osman’ın Dontaye Draper ve Matt Janning’le aynı anda sahadayken hangi bölgelerde topla buluştuğuna da ulaşabiliyorsunuz, bunun oyuna etkisine de.
Nitekim SportsVU’nun en önemli öğretilerinden biri ‘çekim etkisi’ oldu. Herhangi bir anda topa sahip bir oyuncunun veya topun konumunun, savunma oyuncularını nereye ve nasıl çektiğini daha net görebiliyoruz artık. Topla buluşan bir LeBron’un veya Spanoulis’in diğer pek çok oyuncudan daha fazla sayıda savunmacıyı üzerine çektiğini, konumlarını etkilediğini net verilerle görebiliyoruz. Bu aynı zamanda LeBron ve Spanoulis’in sahanın geri kalanındaki savunma varlığını azalttığı anlamını taşıyor. Bugün her güçlü savunmanın temelinde ‘topun olduğu tarafı kalabalıklaştırma’ prensibi yatıyor. Modern teknoloji ve analizler, topun üzerindeki bu ilginin sahanın nerelerinden ve başka hangi oyunculardan ödün verilerek sağlandığını daha net ortaya koyuyor. ‘Alan paylaşımı’ kavramı da işte buradan peyda oluyor. SportsVU ile oyuncular arasındaki optimum mesafeyi bulmak ve korumak istiyor takımlar. Zira oyunu dar bir alana sıkıştırmak, her zaman savunmanın lehine işliyor. Bunu artık herkes biliyor ve uygulamaya çalışıyor. Savunma her zaman oyun alanını daraltmaya çalışıyor, hücum ise tersine genişletmeye. Alan paylaşımı bu yüzden bu kadar önemli. Oyuncular birbirine ne kadar yakınsa hareket edilebilecek alan o kadar daralıyor, oyun o kadar sıkışıyor. Oyun sıkışınca hata yapma, topu kaptırma, bir şey üretememe gibi riskler bir tarafa, hızınızı kaybediyorsunuz. Sporun bugün geldiği noktada, yavaş oynamaya imkan yok. Kazandığınız anlık avantajları en kısa sürede sonuca dökemez ve yavaş kalırsanız anında ikincil önlemler devreye giriyor, rakipler yeniden reset düğmesine basıp organize oluyor ve bir anlığına kazandığınız o avantajı sıfırlayıp oyunu tekrar başlangıç noktasına döndürüyorlar.
Üç sayının görece düşük isabet yüzdesini, getirdiği kazanç fazlasıyla dengeliyor. Ama daha önemlisi, üç sayı oyunun daha geniş bir alanda oynanmasını sağlıyor. Topun etrafını kalabalık tutmaya çalışan savunmanın feda ettiği karşı köşeden boş bir atış imkanı demek bu.
Tümdengelime karşılık tümevarımı destekleyen imkanlar artık çok daha fazla. Bununla birlikte eldeki bileşenler de değişti. Üç sayının gerçek değeri anlaşıldı, dünyanın her yerinde maç başına kullanılan üç sayı miktarı gitgide artıyor. Bundan 15 yıl önce toplam atışların %10’una tekabül ederken, şu aşamada düzenli bir artış neticesinde %30’ları bulmuş durumda. NBA’de son 10 yılda yaşanan yükseliş akıl almaz boyutta. Her sezon bir öncekine oranla ciddi miktarda daha fazla üç sayılık atış kullanılıyor. Avrupa’da ise olay bir kademe daha ilerledi; ikilikten fazla üçlük deneyen takımlar var.
Üç sayının görece düşük isabet yüzdesini, getirdiği kazanç fazlasıyla dengeliyor. Ama daha önemlisi, üç sayı oyunun daha geniş bir alanda oynanmasını sağlıyor. Topun etrafını kalabalık tutmaya çalışan savunmanın feda ettiği karşı köşeden boş bir atış imkanı demek bu. Üstelik değeri çok yüksek, savunma için faturası çok ağır bir atış imkanı. O faturanın yarattığı tehdit nedeniyle artık savunmalar oyunu boğamıyor, topun olduğu yerlerde sıkışma etkisi yaratamıyor. Üç sayı tehdidi, alan paylaşımı için altın anahtar konumunda.
Üç sayının değeri anlaşıldıkça, genel zihniyet de değişti. Bir zamanlar atletik oyunculara atfedilen ‘rakibin üstünden uçmak, yanından kaçmak’ gibi temel amaçların, oyunun yegane ögesi olmadığı da kabul edilen bir gerçek haline geldi. Özellikle ABD ve Fransa’da basketbolu sürükleyen siyah ırkın biraz da kültürel olarak üstünlük sağlama aracı olarak gördüğü ‘üstünden smaç yapmak’, artık ‘şutu sokmak’ ile yer değiştirmiş durumda. Bu iki ülke eskiden ekseriyetle uçan-kaçan ama diğer yetenekleri hemen hiç gelişmemiş oyuncular yetiştiriyordu. Aslında tüm atlet oyuncular, sorunlarını hep sıçrayarak çözmeye çalışıyordu. Atletizmi sırf yüksek atlama olmaktan çıkarıp daha çabuk pozisyon almaya yönlendirince, bu uçan-kaçan oyuncular başka tehditler yaratmaya da başlayınca işin rengi değişti. Artık topun etrafını kalabalık tutan, dar bir alanda sıkışan oyuncular rakiplerin üzerinden uçmaya çalışmak yerine ya kendilerini, ya da topu, ya da topla birlikte kendilerini daha boş alana ulaştırmaya başladılar. Topun hareketinin çekim etkisini manipüle ediyorlar artık. Atletizm bunun etkisini katlayan bir çabukluk getiriyor.
Bu atletizm avantajının savunmada yer değiştirme, yardım ve yardımdan geri dönme konularında sağladığı faydalar ise saymakla bitmez. Nitekim Fransa örneğine bakacak olursak, bir zamanlar sürekli Pietrus Kardeşler gibi oyuncular yetiştirilirken artık onların yerini Nicolas Batum alıyor. Öte yandan, atletler de şut atmanın önemini anladılar. Dünyanın en iyi penetrecisi olan Tony Parker bile otuzunda şutunu geliştirip bir üç sayı tehdidine dönüştü. Çünkü yeni meta bunu emrediyor. Son Dünya Kupası’nda ABD ile dünyanın geri kalanı arasında bir zamanlar kapanmaya yüz tutan makasın tekrar ne kadar açıldığını gördük. Avrupa’da yükselen, şampiyonluğa ulaşan takımın Fransa olması da tesadüf değil. Yeni ABD’nin lokomotif isimleri Kyrie Irving, James Harden gibi oyuncular. Sadece atletizm değil, şut üzerinden de oynuyorlar. Fransa için de bu durum geçerli. Keza Finlandiya, Gürcistan, Çek Cumhuriyeti, Ukrayna gibi eskiden Avrupa basketbol haritasında pek de yeri olmayan takımların belli çıkışlar yakalamasında da yeni oyuna adapte olmaları, eskinin öğretilerine saplanıp kalmadan eldeki bileşenlerden olumlu bir şey üretmek için kendi yollarını aramaları ve bulmaları en önemli sebep.
Son dönemde dünya çapında yepyeni koçların öne çıkması ve çok güçlü takımların başına geçmesi de bu bağlamda ele alınabilir. Yeni jenerasyon daha bilgili, donanımlı koçlar yetiştirdiği için olmuyor bu. En basitinden, tecrübe bu alanda çok ama çok önemli. Ama tecrübe ve diğer konulardaki eksiklerini daha açık fikirli, daha deneyci olarak kapatabiliyorlar. Steve Kerr, bu sene Golden State Warriors’a modern basketbolun zirve performansını oynatıyor belki de. Sasha Djordjevic, en gelenekçi Sırp milli takımını değiştirdi. Lionel Hollins gibi değerli bir koçla ligin en iyi savunma takımlarından biri olan Memphis Grizzlies, Dave Joerger’la nasıl da kimlik değiştirdi... Yeni koçlar, eskinin muhakemelerini gölgeleyen etkisinden uzaklar. En büyük avantajları da bu. Yoksa çok daha iyi bir koç nesli yetişiyor gibi bir saptama belki yanlış değildir ama şu aşamada hayli temelsiz kalır.
■
Modern basketbolun asıl amacı, dikte edenin savunma değil, hücum olmasını sağlamak. Çünkü artık yeni bileşenler nedeniyle herkes iyi savunma yapıyor. Amaç savunmanın boğuculuğunun oyunu tanımlamasına engel olmak. Bunun en kolay yolu da o savunmayı gafil avlamaktan geçiyor. Fırsat kollayıp, fırsat arayıp rakip beş kişiyle tam olarak koordine bir şekilde savunmaya yerleşmeden o fırsatı sonuca dönüştürmek gerekiyor. Modern oyunda tempo bu yüzden önemli ve ilk bahsedilen konu. Mesele koşarak sürekli fast break kovalamak da değil. Hızlı değil, çabuk olmak önemli. Son 2-3 senede basketbolu izleyin; artık orta sahadan geçerken terini formasına silen, tek elini kaldırıp yapılacak oyunun numarasını arkadaşlarına işaret eden, yürüyerek ilerleyen oyuncular yok.#Top mümkün olduğunca hızlı geçiyor rakip sahaya, hücum en kısa sürede başlatılıyor. İkili oyun halen hücumun temeli. Çünkü en basit ve efektif metot. Eski metada da hücum ikili oyun temelliydi, şimdi de öyle. Eski metada da amaç top trafiğini sağlamak ve daha uygun atışı bulmaktı, şimdi de öyle. Fark artık ne kadar iyi ve keskin yaptığınızdan çok, ne kadar çabuk yaptığınızda yatıyor.
#Yeri gelmişken bu örneğin şahikası Petar Naumoski’yi anmadan geçmek olmaz. Basketbolda savunma metasının gelişimini anlamak için de Naumoski’nin sürüklediği o Efes’i incelemek muazzam fayda sağlayabilir. Eğer Türk basketbolunda gerçek bir milat varsa kesinlikle Aydın Örs yönetiminde, Naumoski liderliğindeki Efes’tir. Doksanların başında Efes’te Örs göreve geldikten sonra, Türk basketbolu neredeyse bir gecede Avrupa’nın orta sıralarında bir yerden elit seviyeye yükseldi. Bu çok çok çok nadir görülebilecek bir gelişim. Sportif bir mucize hatta. Tüm bir jenerasyon, tüm bir yapı değişmeden olacak bir şey de değil. Bu ancak ve ancak köklü bir anlayış değişimi ile olabilir. Ufuk Sarıca, Volkan Aydın, Tamer Oyguç gibi isimler bir günde bambaşka oyuncular olmadılar, yepyeni yeteneklerle donanmadılar. Sayısız yabancı oyuncu ile oynanmaya başlamadı basketbol. O zamanlar iki yabancı ile oynanıyordu. Naumoski ile birlikte Larry Richard’a –yani iki çok özel isme– sahip olsa da, kadrosunda sadece iki yabancı vardı Efes’in. Örs ve onun çok saygı duyulacak disiplini elbette önemli bir değişim yarattı. Ancak Efes asıl farkı metayı değiştirerek yarattı. Basketbolun hem bizde, hem de Avrupa genelinde oynanma şeklini değiştirdi. Oyunu tamamen boğarak rakiplerin oynamaya alıştıkları, çalıştıkları hiçbir şeyi yapmalarına izin vermeyen, onları tamamen tesadüflere ve büyük oranda zor tesadüflere mecbur eden bir düzen. Bunun biriken yıpratıcı etkisi ile artık hücum sahasına gelirken elleri titreyen, bıkkın ve çözümsüzlükten depresyona girmiş rakipler yarattı Efes. Bunu da savunmayla ve en önemlisi alan savunmasıyla yaptı. Birbiriyle koordine, top tarafına doğru çekilerek boğan bir alan savunması. Death Zone (Ölüm Alanı) adını takmışlardı bu savunmaya. Aslında şu anda geçerli olan ‘top etrafını kalabalık tutma’ anlayışının temeli bu. Toplu rakibi belli bir alanda fazla oyuncu ile sıkıştıran, boğan, hayattan soğutan korkunç bir savunma düzeni. Ancak zaman değişiyor işte. Şimdilerde alan savunması kalmadı. Kalamaz da. Bir zamanların boğucu alan savunması efsanesi, artık sadece çok kısa dönemlerde oyunun gidişatını, tempoyu değiştirmek için kullanılan bir küçük sürpriz, o kadar. Eğer belli bir süreden fazla yapmaya kalkarsanız modern hücumlar anında boşlukları buluyor, çok gelişen üç sayıcılar ceza üstüne ceza kesiyor. Savunma ribaundu zaafı da zaten bu düzenin fabrika ayarlarından geliyor. Ama o zamanlar, Örs ve öğrencileri metayı değiştirmeyi başarmıştı. İlginçtir, futboldaki savunma metası ise tam ters yönde gelişti. Seksenlerde adam adama savunma önemli bir silahken, şu anda bunu yapmak intihar anlamına geliyor. 1986 Dünya Kupası finalinde Lothar Matthäus, “Tek görevim Maradona’ya yapışmaktı” diye anlatır görev tanımını. Şimdi bir adam markajı yapmaya kalkın bakalım. Markajdaki oyuncu anında kanada kaçıp başka birinin ortaya dalmasını sağlar. Futbol da aslında basketbola benzer, rol ve pozisyon değiştirme üzerine bir düzen inşa ediyor. Harekette bereket var çünkü. Sadece savunma prensipleri, oyun alanı ve bireysel tehditler, toplam skor miktarı yüzünden aynı prensipler ama tam zıt temeller üzerine evrildi.
Zeljko Obradovic için ikili oyunun en büyük ustası denir. Antrenmanlarda beşe beş maçı kesip 20 dakika boyunca perdenin açısıyla ilgili dersler verdiği ve sonunda kusursuzlaşmayı nasıl sağladığı anlatılır. Bunlar oyunu geliştirmek için önemli şeyler. O perdenin potaya 5 derece daha dik olması, ikili oyunun başarılı olup olmayacağını belirleyebilir. Ama yeni metada daha önemli olan ikili oyunun ne kadar iyi değil, ne kadar çabuk yapıldığı. Artık perdenin açısından çok, ne kadar erken geldiği hakkında 20 dakikalık dersler veriliyor.
Keza topun çekim etkisini manipüle edebilmek için takıma bir delici şart. Savunmalar topla potaya giden oyuncuya doğru “çekilirken” diğer tüm topsuz hücumcular anında en doğru konumlara yerleşip fırsat arıyorlar.
Geçerli metada düşünerek değil, reaksiyon üzerinden oynamak gerekiyor. Oyunu hızlandırmanın temel olması da bu yüzden elzem. En iyi şutu değil, ilk boş atışı bulmak asıl amaç. “Savunmanın en az önlem alabildiği atış, zaten en iyi atıştır” düsturu geçerli. Bu nedenle artık hücumda boş kalan bir oyuncunun tehdit yaratması da bir zorunluluk. Üstelik sahanın neresinde olursa olsun tehdit yaratması. Çünkü amaç, savunmanın riske ettiği o atışı bulmak.
Hücumu bir kişiyle de yapabilirsiniz. Savunmanın ise etkinliği, sayısal olarak çoğaldıkça artar. Savunma kalabalık olmaktan güç alır. Hücum ise rahat hareket edecek alan bulmaktan. Modern basketbolun temelinde, hücumun savunmayı sayısal olarak azken ya da sahaya henüz istediği gibi yerleşememişken yakalaması yatıyor. Eğer erken fırsat bulamazsanız –ki çoğu zaman bulamıyorsunuz– çok çabuk yer değiştirmeniz, belli bir ana plan üzerinden çok sayıda alternatif içeren bir hücum yaratmanız gerekiyor. Kimin nereden nereye gideceğini, topun nasıl ve ne zaman, kimden kime aktarılacağını belirleyen kesin şemalar veya hatlar yok artık. Hücum setleri keskin kurallar değil, ana şemalar ve bu şemalarda yaratılan alternatifler üzerine kurulu. Değişik bilgisayar programları yazmaktan ziyade, bir işletim sistemi yaratmak gibi bir durum söz konusu artık. En iyi aplikasyonları, en iyi çalışan programları değil, bağımsız geliştiricilerin istediği programı yazabilecekleri bir platform yaratmak. Yöntemleri değil, çerçeveyi belirlemek üzerine kurulu. Bunun görece ne kadar zor ve uzun bir süreç gerektirdiğini, bağımsız geliştiricilerin yani oyuncuların yaratıcılığı ve disiplinine ne kadar bağlı olduğu da ortada. Şöyle de diyebiliriz; ezberci eğitim değil, kişisel gelişim üzerine kurulu bir eğitim sistemi.#Bunun için belli şartlar var elbette. Her şeyden önce hareket alanı ve topla yaratıcılık. Her yerden, özellikle de üç sayı çizgisinin gerisinden, sayı tehdidi yaratmak bu düzenin verimli olması için ilk şart.
Ama artık ‘şut soksun da çamurdan olsun’ diye de transfer yapılıyor. Jodıe Meeks, Kyle Korver, Jaycee Carroll, Melih Mahmutoğlu gibi oyuncular bundan beş yıl öncesine oranla beş kat daha fazla para kazanabiliyorlar.
#Böyle ifade edince Türkiye’ye ne kadar uzak bir yaklaşım gibi göründü.
Son yıllarda takımların transfer politikasına bakarsanız, bu değişimi daha net görmeniz mümkün. Bir zamanlar ‘uzun olsun çamurdan olsun’ diyerek sadece uzun olan, biraz da sıçrayan her oyuncuya devasa paralar ödeniyordu. Halen de devam ediyor bu. Ama azaldı. Gezegende 2.10 boyunda insan sayısı sınırlı olduğu için, onlar değerli olmayı sürdürecek. Ama artık ‘şut soksun da çamurdan olsun’ diye de transfer yapılıyor. Jodie Meeks, Kyle Korver, Jaycee Carroll, Melih Mahmutoğlu gibi oyuncular bundan beş yıl öncesine oranla beş kat daha fazla para kazanabiliyorlar. Mesela üç sene öncesine kadar “minimum kontrat” değer biçilen Meeks, bu sene yılda 6 milyon dolara oynuyor. Çünkü onların sahaya getirdikleri şey büyük önem kazandı. Bo McCalebb, Doğuş Balbay, Devin Harris gibi oyuncular ise daha niş rollere kaymak zorunda kaldı. Tıpkı Batum örneğinde olduğu gibi, kariyerinin hangi aşamasında olursa olsun, oyuncular şut performansını geliştirmek adına özel çalışmalar yapıyor artık. Sahadaki beşi içinde birden fazla şut tehdidi olmayan oyuncu barındıran bir takımın, modern oyunu oynamasına imkan yok. Çünkü artık oyuna hücum hükmediyor. Ve artık hücumlar düzenli birer ordu gibi değil, birer özel harekat birimi veya suikastçı birlik gibi çalışıyorlar.#Sorun şu ki bunu söylemek kolay, uygulamaksa çok zor. Bundan 10 yıl önce eski metanın zirve dönemindeyken de hangi koça sorsanız sezon başında “İyi savunma yapıp hızlı oynamaya çalışacağız” diyordu.#Herkes bunun değerini içten içe bilir de neden hiç kimse uygulamaz?
#Oyuna artık hücum dikte ediyor derken, savunmanın önemi azaldı diyoruz sanılmasın. Tam tersine belki daha da arttı. İyi savunma olmadan, ancak Westhead’in şuursuz akıncıları gibi olabilirsiniz. Savunma olmak zorunda. Bu savunma da eldeki çabuk oyuncuların sürekli hareket ettiği, topun etrafını kalabalık tutarken köşedeki şutörlere de en kısa yoldan yetişip atışları zorlaştıracak kadar çabuk bir savunma olmalı. Bu denli hareket etmek, ciddi boşluklar vermek demek. Pasla veya penetre ile o boşlukları bulan rakibe karşı da bir son çareniz olmalı. Çember savunucu bu açıdan çok önemli. Pota civarına gelen her topa yetişebilecek ayakları çabuk bir uzun engel, bir kaleci bulundurmak zorundasınız. O yüzden çok yer kaplayan, kaya gibi duran hareketsiz devler hücumda olduğu gibi, savunmada da dinozor olmaya mahkum. Ortada durup buz hokeyi kalecisi gibi yer kaplamak yetmiyor. Sağa sola uzanabilmek ve bunun yanında hemen reaksiyon verip mutlaka bir şekilde pota yakınlarında savunmanın son hattı olmayı başarmak lazım. O nedenle ‘uzun olsun çamurdan olsun’ halen geçerli bir düşünce. Ama küçük bir ekleme ile: “Çamurdan olsun da çabuk hareket eden çamurdan olsun.”
#Daha önce Vatan gazetesi için iki kez sezon öncesi lig tanıtımı yapmış, “Tüm koçlarla konuşayım, kendi takımlarını kendi ağızlarından anlatsınlar. Kadroları tablo halinde verip ahkam kesmekten daha orijinal olur” demiştim. Her ikisinde de 16 koçtan 14 tanesi falan bu cümle üzerinden düşünce belirtince bu parlak sandığım fikrin son derece monoton sonuçlar yarattığını görmüş, bir daha da bu işe kalkışmamıştım. Kadro verip üstüne ahkam kesmek bile daha farklı sonuçlar yarattı.
Bileşenlerin değişimi dedik zaten. Başta oyuncu malzemesinin çabuk olup kuvvetten fazla ödün vermemesi gerekiyordu, o oldu. Herkes daha şutör de oldu. Lakin zihinlerdeki alışkanlıkları, kalıpları değiştirmek daha zor. Koçlar büyük bir süratle oynanan bu oyunda nehrin kontrolsüz bir şekilde akmasını istemez, baraj vazifesi görerek onu istedikleri yatağa yönlendirmek isterler. Zira başarı da nehrin kontrollü akması sayesinde geldi yıllarca. Ama bu düzende baraj değil yatak olmak; kontrollü bir nehir değil, çağlayan yaratmak gerekiyor. Doğal yatağının kıyılarını rehabilite ederek taşmasını ve sel olup hiçbir işe yaramamasını değil, doğru yönlendirerek çağlamasını amaçlamak lazım. Bu hem çok zor ve büyük emek talep eden, aynı zamanda da kontrolün elden belli oranda çıkarılmasını gerektiren bir plan.
‘Sistem içi yıldız’ son yıllarda en çok kullanılan tabirlerden biri. Eski metanın da en sevdiği oyuncu tipi. Yeni metanın sloganı ise muhtemelen ‘yıldızlar içi sistem’ olsa gerek. Çünkü tempoyu artırıp baskın usulü fırsat kovaladığınız anda, otomatik olarak oyunculara inisiyatif vermiş ve yeşil ışık yakmışsınız demektir. Buradaki asıl zorluk bireysel üretimi yönlendirebilmek. Egoları güçlü, rekabetçi ruha sahip oyunculara serbesti verdiğiniz zaman, bunun sınırlarını belirleyebilmek hiç kolay değil. İnsan doğası zaten adrenalinle harmanlandığında coşmaya yatkın. Sporcu doğası daha da yatkın. Koçun buradaki konumu ve bunu engellemeyip yönlendirme dengesini bulması çok zor. Bunun uzun bir süreç ve bir özterbiye olduğunu anlamak iki taraf için de şart.
Efsane koç John Wooden’ın “Çabuk ol ama aceleye getirme” diye bir sözü var. Bunu özümsetmek ve bununla yaşamak için çok uzun tekrarlar, bu süreçte de büyüklü-küçüklü sayısız hüsran gerekiyor. Rakibi gafil avlamak için saniyenin dilimlerinde kararlar vermek ve uygulamak gerekli. Düşünmenin değil, reaksiyonun hakim olduğu bir oyundan bahsediyoruz. Ve reaksiyon doğru alışkanlıklara dönüşmeden önce pek çok hataya gebe. Asıl mesele bu reaksiyonu, sezon boyunca sınırlamadan ve sürekli yönlendirerek, bir alışkanlığa dönüştürmek. Spurs örneğinden yola çıktık. Parker geçtiğimiz günlerde şu anki oyun düzenini oturtmanın iki yıl sürdüğünü söylemişti. Harika bir basketbol beynine sahip, koçunu harfiyen dinlemeye niyetli, akıllı, uyumlu, kusursuz bir mühendisliğin ürünü olan bir takım bile ancak iki yılda olgunlaştırabiliyor bunu. Düşünmeden verilen reaksiyonların ve yaratıcılığın, düzenli olarak olumlu sonuçlar verecek bir alışkanlığa dönüşme süreci ne kadar uzun…
Modern metaya geçen takımlar için akıcılık bir numaralı öncelik. Hücumun hiçbir şekilde duraklamaması gerekiyor. Bu eldeki oyuncu özelliklerine göre driplingle olur, pas trafiğiyle olur, en iyisi bu ikisinin birleşimiyle olur; ama nasıl olursa olsun, asla ve asla yavaşlamaması gerekiyor. İlk aşamada toplu veya topsuz oyuncuların sürekli hareket etmesini sağlamak, saldırı ve tehdit noktalarını sürekli artırmak amaç olmalı. Herkesin hem belli bir seviyede bireysel yaratıcılığı, hem de şut tehdidi olmak zorunda. Genelde çember savunucu rolündeki parçalar için, bu şut ve yaratıcılık eksiğine tahammül olabiliyor. Onlar da –mesela Marc Gasol veya Tim Duncan gibi– şut ve yaratıcılık döngüsüne katılabiliyorsa elbette çok daha iyi.
İyice kuvvetlenen, daha koordine olan savunmalara karşı, hücum ancak böyle oyuna dikte edebilir. Bunu öğretmenin, mutlak bir kaos yaratabilecek yapının sayısız alternatif üreten bir makineye dönüşme sürecinin zorluğunu varın siz hesaplayın. Koçları asıl korkutan, başta yaşanan hüsranlar nedeniyle oyunu basitleştirip/yavaşlatıp herkes ama en başta kendileri için kolaylaştırmaya iten de bu süreçte yaşananlar zaten.
■
“Spurs’te sabretmeyi ve oyunculara güvenmeyi öğrendim.”
Ettore Messina, Avrupa’nın belki de en özel basketbol beyinlerinden biri. Ancak saha dışında da büyük sorunlar yaşadığı ve hüsranla biten Real Madrid macerasından sonra kariyeri sürekli düşüşte. Kendine özgü o sükûnetini, kenarda her geçen sene daha da kaybettiğini gördük. Daha sinirli bir adama dönüştü. İşin acı tarafı oynattığı basketbol da her sene geriye gitti. Geçen sezon CSKA’da “Sonny Weems’le bire bir” diye bir düzen oynatıyordu neredeyse. IsoWeems’le hiçbir yere varamadı. Başarısız denemez belki ama Real Madrid’den beri tekrar eden senaryonun son halkası olarak yine standartlarının altında kaldı. Benzer şeyler dünyanın en değerli basketbol beyinlerinin hemen hepsi için geçerli olabilir. Eskinin alışkanlıklarına, başarı reçetelerine takılı kalmamak gerekiyor. Kolay değil ama şart. Bu açıdan Messina’nın Spurs’te asistan olması onun için de, tüm basketbol dünyası için de harika bir tercih. İtalyan koç geçtiğimiz günlerde blogunda Spurs’te yaşadığı deneyimi anlatırken, uzun uzun bu süreçten bahsetti. Belki de en kritik cümlesi şuydu: “Spurs’te sabretmeyi ve oyunculara güvenmeyi öğrendim.”
Eski metanın lider ekolü Sırbistan’dı. Nitekim Avrupa basketbolunun beyin takımı genelde Sırp ekolünün hakimiyetinde olduğu için kıtanın her yerine yayabildiler bu anlayışı. Bu meta o zamanki koşullarda çok büyük başarılar da getirdi. Ama artık değişmesi gerekiyor.
Zeljko Obradovic ve Dusan Ivkovic de Messina gibi en büyük basketbol beyinlerinden ikisi. Sıradan fanilerden çok daha detaylı düşünebiliyor, tecrübeleriyle tercihlerinin sonuçlarını önceden tahmin edebiliyorlar. Ve bu sene ikisinin de ülkemizde bu dönüşümle nasıl mücadele ettiklerini izliyoruz. Popovich için D’Antoni nasıl bir şans olduysa, Obradovic ve Ivkovic için de Djordjevic aynı derecede büyük bir şans. Yıllarca Avrupa’ya hükmeden “düşük top sayısı, yüksek fundamental” ekolüyle başarıdan başarıya koşan Sırbistan, halen altyapılarda çok başarılı olsa da üst seviyede hem bireysel, hem takım bazında gittikçe geriye düşüyordu. Bu yaz Dünya Kupası’nda milli takımın başına geçen Djordjevic, alışılmış reçetenin çok dışına çıktı. Öncelikle Bjelica’yı takımın merkezine koydu. Sonraki en önemli hamlesi, Teodosic’in yanına Markovic’i eklemek oldu. Markovic hem en önemli dış savunmacı olarak Teodosic’e daha kolay, enerjisini daha çok saklayabileceği bir savunma rolü biçilmesine imkan sağladı, hem de hücumda ikinci bir top yönlendiricisi oldu. Kalinic’in kusursuza yakın topsuz oyunu ile, Teodosic – Markovic – Bjelica üçlüsünün oyun yaratma becerisi ile Sırbistan –alışkanlığı olmasa bile– en azından kadro olarak bir anda modern metaya geçiverdi. Djordjevic’in oyunculuk günlerinden kalma o başına buyruk, bildiğini okuyan halleri, koç olarak da bilinen kalıpların dışına çıkmasına yardım etmiştir belki de. Bu arada hocalarına da başka bir yolun daha olduğunu gösterdi. Bu dehalar zaten biliyorlar, gözlemliyorlar ama artık önlerinde elle tutulabilir net bir örnek var; daha önce kendilerinin de görev yaptığı Sırbistan milli takımı. Üstelik birinin elinde Bjelica, diğerinde Saric gibi yeni oyuna temel olabilecek iki isim mevcut.
Ivkovic’in Efes’te belki de arayıp da bulamayacağı bir kadro yakaladığı söylenebilir. Takım hücum anlamında o kadar sorunlu ki “sert savunma yapıp hızlı hücum etmek”ten başka çare yok. Obradovic ise Fenerbahçe’de iki senedir yeni bir oyun oynatmaya çalışıyor. Tek bir oyun kurucunun olmadığı, sahada üç, hatta dört saldırı noktası olan bir düzen. Klasik bir oyun kurucu yerine Bjelica, Hickman, Goudelock, Melih, Kenan, Zisis ve elbette Preldzic’ten hangi dörtlü sahadaysa (Bjelica bu düzende neredeyse vazgeçilmez konumda) hücumu onlarla başlatıyor. Ve hemen başlatıyor. Daha önceden planlanmış konumlar ve rollerle değil, duruma göre anında hücuma başlayacak ve topu yönlendirecek bir yapı bu. Onun Preldzic’le yaşadığı sorunlar, keskinlik üzerine inşa edilmiş geleneksel basketbol felsefesine sahip koçların modern oyun oynatmaya çalışırken yaşadığı travmaları anlatmak için en yakın örnekleri sunuyor bizlere. Preldzic kağıt üzerinde modern oyunun gerektirdiği bütün silahlara sahip. Şut tehdidi var, topla yaratıcılığı var; her yerde, her şekilde tehdidi var… Var oğlu var da bir şey daha var: Preldzic kendini oyuna kaptırıyor. Bu olumlu olabildiği gibi, modern oyunda çok derin yaralar açabilen bir sorun da aynı zamanda. Ve bir koç için aşılması en zor engel. Fenerbahçe’nin maça başladığı ivmeyi oyun ilerledikçe hızla kaybetmesi de bununla alakalı biraz. O erken başlangıçlar kolay kolay sürmüyor. İlk çeyreklere Obradovic’in maç önü motivasyon etkisini de lehine kullanıp hızlı giren Fenerbahçe ivmesini kaybediyor. Başta üç veya dört saldırı noktasıyla rakibi gafil avlayan takım, ivme kaybettikçe savunmaya sarılıyor. Gel gör ki o gün şut performansı ve şans yanında değilse oyun ilerledikçe ‘hücumu kim başlatacak’ belirsizliğiyle rakibi gafil avlamak yerine, tercih yapmakta zorlanan bir Fenerbahçe görüyoruz. Kendi çok yönlülüğü, kendi kararsızlığına dönüşüyor. Süreç doğal olarak sancılı. Ama eğer mutlu sona ulaşırsa ödülü de büyük.
Preldzic’in tüm yeteneklerine ve kağıt üzerinde uygunluğuna karşın yaşadığı sorunlar, yeni metanın oyunculardan başka kaliteler de istediğini ortaya koyuyor. Teknik özellikler nasıl önemliyse, belli bir seviyenin üzerine çıkıldığında zihinsel becerilerin etkisi de artıyor sporda. Oyuncuların belki de en önemli zihinsel özelliği motorları artık. Sürekli yüksek devirde çalışan bir motora sahip olmak ama su kaynatmamak zorundalar. Eğer yüksek tempoda reaksiyon basketbolu oynayacaksanız maç içinde dalıp gidemez, kendinizi oyuna vermekten kaçınarak kişisel kısa molalar alamazsınız. Sürekli algıların açık ve aktif olmak gerekiyor. Sürekli saldıran, tehdit yaratan rolde olmanız gerek; keza savunmada da sürekli farklı tehditleri karşılamanız. Çünkü boşa geçirilecek her hücum kaçan bir fırsat, yaratılabilecek bir farkı kullanamamak demek. Toplu veya topsuz sürekli aktif olmakla bu düzenin etkinliği artıyor. Semih Erden gibi iki topta kendini verip üçüncüde aktif dinlenme yapan bir isim, belki o boş geçen topta ortaya çıkmıyor ama genel toplamda vermediği katkı, aslında karşı haneye zarar olarak yazılıyor. Aktif olmanın herhangi bir hücuma spesifik bir katkısı olmayabilir. Ama kolektif olarak tüm hücumlara katkısı, yan etkileri var. Ömer Onan bir 10 yıl sonra basketbola başlasaydı, şu oyunun en değerli ismi olabilirdi. Sahada Ömer Onan, Kerem Gönlüm, Sinan Güler kafa yapısındaki oyuncular artık eskiye oranla daha değerli. Üçü de teknik yeterlilikler açısından yeni metanın ihtiyaç duyduğu çok yönlülük, yaratıcılık, şut gibi konularda üst düzey isimler sayılmasa da durum bu. Motorları asla durmadığı için verimlilikleri ve oyuna verdikleri katkı eşsiz.
Son iki sezonda NBA’deki sayı ortalaması, hücum başına yaklaşık %6 oranında artmış durumda. Spurs’ün başarısı ve modern analizlerin bunu verilere dökmesi sayesinde artık herkes metanın değiştiğinde hemfikir.
Basketbolda takımların en önemli amaçlarından biri de maç içinde performanslarını sürekli olarak yükseltmek üzerine kurulu. Performansı 40 (veya NBA için 48) dakikaya yayarak bir alt sınır belirlemek, oyunu dikte ederek biriken bir etki yaratmak galibiyet için çok kritik. Eskiden Avrupa’da takımların en iyi değil, en sert beşleriyle başladıklarını sıklıkla görürdük. Koçlar daha baştan bir savunma standardı kazandırmak isterlerdi takımlarına. Maçın sertlik düzeyini hem kendi takımlarına, hem de hakemlere işlemek için harika bir yöntem bu. Herkese “Bugün çok sert olacak, burada standart bu” mesajı verirseniz oyuna giren yedekleriniz de o seviyeyi korur, hakemler de sürekli temas olan oyunda her şeye düdük çalamayacakları için sertliğe biraz daha prim verebilirler. Ama asıl önemlisi, bununla kümülatif bir etki yaratıp bu mesajı rakibe veriyor olmanız. Oyun ilerledikçe her hücumda biraz daha çekingen, biraz daha bıkkın olmalarını sağlarsınız. Her hücumda rakipten çok sert bir direnç göreceklerini bildikleri için biraz daha kolaya kaçmaya, oyundan (ve hayattan) biraz daha soğumaya başlarlar. Savunma maç içinde büyüdükçe büyür.
Geçen yıllarda bu durumun çok örneğini gördük. Yeni metada ise tersi daha geçerli. Koçlar artık çok daha hızlı oynayan, çabuk karar veren, çabuk saldıran takımlar yaratıyorlar. Oyun ilerledikçe savunmanın sürekli alarm durumunda kalması sinirlerini bozuyor. Sürekli çabuk geri koşmak, sürekli tetikte olmak çok kolay değil. Üstelik bu tetikte olma hali bile çoğu zaman çaresiz kalınca, doğal olarak düşüş yaşatıyor. Modern oyunda momentumu, yıpratıcı etkiyi hücumlar ele almak istiyor. Alıyorlar da. Rakibin yaptığı işe inancını bir kere zedelerseniz, her şey tepetaklak olur. Eskiden bunu savunmalar yapıyordu, şimdi ise hücumlar. Her oyuncu Ömer – Kerem – Sinan yapısında olamaz. Ama bu biriken etkiyi hücum üzerinden yaratmanın sağladığı en önemli avantaj, oyuncuları çok daha fazla motive etmesi. Herkesin motoru güçlü olmayabilir. Ama bunu profesyonellikle, çalışmayla, alışkanlıklarla yükseltebilirsiniz. Yine de hücumda sürekli aktif olmak oyuncuya olumlu bir şey yaptığı, ürettiği yönünde bir algı verdiği için ona dört elle sarılması daha kolay. Rakibi bozmak yerine kendi yapmak, çabasının sonucunu net üretim olarak aldığını görmek çok daha motive edici bir durum yaratıyor.
#Bazıları değil aslında. Belki de koçların egoları ve geçmişin muhakemelerini gölgelemesi ile ilgili olarak NBA tarihinin en büyük koçu Phil Jackson’a bakmak gerek. Halen üçgen hücumla oynanabileceğini düşünüyordu. Jordan’lı Chicago, Shaq’li Lakers ile sayısız başarıya uzanmış, üçgen hücuma yapılan haklı övgülerle basketbol adına kutsal sayılabilecek bir seviyeye çıkmıştı. Üçgen de aslında değişkenlik üzerine kurulu bir oyun ama yeterince çabuk değil ve yeterince alan paylaşımı içermiyor. Metanın değiştiğini kabul etmediği/görmediği için New York Knicks’in başına geçtiğinde üçgene devam edeceğini söyledi ve buna uygun bir koçla, Derek Fisher’la, çalışmaya başladı. Knicks, tarihinin en kötü günlerini geçiriyor. Fisher dışındaki diğer Jackson öğrencilerine de bakalım. Daha yeni olmalarına karşın yenilikçi olamayan Brian Shaw’un Denver’da, Byron Scott’ın da Lakers’ta neler yaptıklarına veya yapamadıklarına.
#Elbette her şey taktik-teknik planlama değil. Koçluğun birçok boyutu ve beraberinde getirdiği birçok sorumluluk var. Mesela oyuncu ilişkileri. Modern oyunda dizginleri onlara teslim ettiğiniz için, bu konu çok daha önemli. Bir general kusursuz bir savaş planı yapabilir ama askerleri onu dinlemezse ne kadarını uygulayabilir ki. Bu konuda en iyi örneği de yeni metanın en iyi uygulayıcılarından David Blatt’in Cleveland Cavaliers’ta yaşadıklarında görmek mümkün. Benzeri Efes’te de başına gelmişti. Ama ne olursa olsun işin teknik kısmı, meta bölümü temeldir. Diğerleri, o temelin üstüne çıkılan katlar. Herkes üst katları görür de güçlü bir temel olmadan sağlıklı bina olmaz.
■
Popovıch’in 2013 ve 2014’te final oynayan Spurs takımları ile 03-07 arasında üç kez şampiyon olan takımlarını bir kıyaslayın. Oyuncu çekirdekleri aynı olsa da oynadıkları basketbolun merkezi, temposu, hemen her şeyi tamamen farklı. Şiir gibi bir top alışverişiyle sürekli hareket eden, sürekli tehdit yaratan bir Spurs var. 10 yıl önce hücumların aklını başından alan takım, artık savunmaların aklını başından alıyor. Ve Popovich işte bu yüzden; bunu başarabildiği için değil, bunun farkına varıp cesaret edebilecek kadar öncü, ileri görüşlü ve egolardan arınmış olduğu için çok özel. Ve onun bu değişimi, getirdiği başarıyla beraber, daha önce cesaret edemeyen başkalarına ilham verdi. Lig genelinde bir yaklaşım değişimi ve sıçrama yarattı. Son iki sezonda NBA’deki sayı ortalaması, hücum başına yaklaşık %6 oranında artmış durumda. Spurs’ün başarısı ve modern analizlerin bunu verilere dökmesi sayesinde artık herkes metanın değiştiğinde hemfikir.#Ve hızla uygulamaya çalışıyorlar.
Bundan en büyük kazancı ise biz izleyenler sağlıyoruz. Basketbol hiç bu kadar tempolu, hiç yeteneklerin bu kadar öne çıktığı bir oyun olmamıştı. Ve bu oyunu izlemek, hiç bu kadar keyifli olmamıştı.#
■
Bu yazının da içinde bulunduğu, Yazıhane Ekibi'nin yazılarından derlenen kitap Yazıhane Yıllık: Dünya Yanarken'in ilk baskısı tükendi, ikinci baskı raflarda.