Haverford Hoops

Pennsylvania'daki küçük bir üniversitenin basketbol takımı 1990'ların başında sinir bozucu bir seriye imza attı. Üst üste aldıkları sonuçlar, acı ile sevinci ve bu bir grup genci sonsuza dek birbirine bağladı...

chris ballard

sports illustrated

Yazının aslı 4 Ocak 2014'te Sports Illustrated'da yayınlandı. Niko ve Anıl, Yazıhane için Türkçe'ye çevirdi.
Geçtiğimiz seneydi, iki çocuğu ve başarılı bir doktorluk kariyeri olan 41 yaşındaki erkek kardeşimle oturmuş biralarımızı yudumluyorduk. Karşıma geçmiş, Division III'de oynadığı kolej basketbol takımının zamanında ne kadar başarılı olduğunu hâlâ büyük bir heyecanla anlatıyordu.
Hani bilge bir koçun bir grup gözü pek delikanlıya ilham verip tüm aksi beklentilere karşın takımı eyalet şampiyonu yaptığı hikayeler vardır ya…
İşte bu, o hikayelerden biri değil.
Daha en başta (büyük rekoru kırmanın eşiğinden dönmelerinden, ulusal basına çıkmalarından ve oral seks meselesinden önce) yalnızca bir kolej basketbol takımı ve bir koç vardı.
1990'ın kış aylarında New York'taki bir soyunma odasına doluştular. Genç oyuncular, metal oturaklara dizildi. 33 yaşındaki iri yarı, coşkulu adam da oyuncularının etrafında ve odanın içinde oradan oraya dolanmaktaydı. David Hooks adlı bu antrenör bir çekirge kadar atik sayılmazdı ama yaşadığı yükseliş ona bir iyimserlik getirmişti. Oyuncularına önlerindeki fırsattan, kafese konmuş bir aslan gibi mücadele etmekten, parkeye çıkıp her şeylerini vererek oynamanın öneminden bahsetti. Sonra da oyuncularına dönüp aralarından konuşmak isteyen biri olup olmadığını sordu. Ne de olsa Haverford, Quaker mezhebine mensup öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir okuldu.1Quaker: Hristiyanlığın Amerika'da kurulmuş bir mezhebi. Savaş ve şiddete karşı olmaları ve ayinlerindeki konuşmama kuralı nedeniyle oluşan ağır sessizlikle tanınırlar.
Takımın cılız altıncı adamı Dan Greenstone elini kaldırdı ve odanın içinde dolanırken sözlerine başladı: "Bu işe iki farklı biçimde bakabiliriz: Ya, "Ülke şampiyonuna karşı oynuyoruz!" diyeceğiz. Ya da (buradan itibaren sözlerini alaycı ve korkak bir tonla sürdürdü) "Ülke şampiyonuyla oynayacağız..." diye düşüneceğiz. Hangi yolu seçelim dersiniz?"
Odadaki her delikanlının içinde bir kıvılcım parladı. University of Rochester'ı yenmemeleri için bir sebep var mıydı ki?
Haverford Fords yarım saat sonra parkeye çıktı. Ondan sonraki iki saatte de gerçekten tarih yazdılar.
70 sayı farkla kaybederek...
Haverford'un Spor İletişim Direktörü maçtan sonra skoru doğruladı: 104-34'lük sonuç, okulun 100 yıla yaklaşan tarihinin en kötü mağlubiyeti olarak kayıtlara geçti.
Greenstone o günü yıllar sonra tekrar anlatırken şöyle tanımlıyor:
İçimdeki idealistin ölümcül bir darbe aldığı andı. O günlerde gerçekten sıkı çalışmanın ve bu işe kendini adamanın, başarı için yeterli olacağını sanıyordum.
Bir an durup sözlerini sürdürüyor:
Ve size şunu rahatlıkla söyleyebilirim: kesinlikle yetmiyordu.
Haverford College Arşivi
Haverford'un 1990-91 sezonundaki altıncı adamı Dan Greenstone'un durumu takım arkadaşlarının çoğuyla benzerdi: Fords'un rakibi olan takımları yenme arzusu tartışılmazdı ama bunu başarma konusunda becerikli olduğunu söylemek pek mümkün değil. Haverford sezonun açılış maçında University of Rochester'a 70 sayı farkla kaybetti.
Haverford College Arşivi
Dış şutuyla can yakan, potaya gidebilen ve durmadan koşabilen bir guard: Jeremy Edwards açık farkla Haverford'un en iyi oyuncusuydu. 1.90 boyundaki Washington'lı takım arkadaşlarına kıyasla basketbolu daha çok ciddiye alıyordu. Alınan pek çok mağlubiyetin ardından gözyaşlarına boğulduğu görülmüştü.
Özel bir basketbol takımı oluşturmak için belli başlı bazı gereklilikler vardır. Elbette, yetenek bunlardan biridir ve aynı zamanda harika bir de koç gerekir. Bunların yanında elinizde takım kimyası ve çalışma ahlakı yüksek bir kadro da olmalıdır. Kitaplarda bu tip takımları okur, filmlerde onları izlersiniz. Size ilham verir, yeni şeyler öğretirler.
Ama ya kötü takımlar? Öyle yalnızca vasat takımlardan değil, insanın içini karartacak derecede kötü oynayan ekiplerden bahsediyorum. Bir insana bu gezegende ne diye yaşadığını sorgulatabilecek, bir koçu koltuğunun tepesinde uykusuz gecelere mahkum edip, oturma odasının zemininde bağdaş kurarak oturtup ağlamaklı gözlerle mısır gevreği yemesine, basketbolun aslında nasıl oynandığını unutmamak için gecenin körlerinde yayınlanan maç tekrarlarını izlemesine sebep olabilecek takımlardan bahsediyorum. Bu tip takımların kendilerine özgü bir simyası vardır. Ve onlar da bize bir şeyler (ama tabii diğerlerine kıyasla biraz farklı şeyler) öğretirler.
1990'ların başında Haverford'da basketbol oynayan kadro, işte böyle bir takımdı. Zafere uzanan destansı maceralarıyla kendi hikayelerini yazdılar. Onların hikayesinde hedef; ulusal şampiyonayı, oynadıkları konferansı ya da girdikleri bir turnuvayı kazanmak değildi. Hayır.
Fords’un amacı, yalnızca tek bir maç kazanmaktı.

En baştan başlayalım. 1990 baharında, "Seri" henüz çok tazeydi ve hatta neredeyse sevimli gözüküyordu. Büyüyüp çirkin bir adama dönüşmeden önce "Aman ne çirkinsin sen!" diye sevilen bebekler gibiydi de diyebiliriz. George H.W. Bush hâlâ Beyaz Saray'da ikamet ediyordu. The Black Crowes'un ilk albümü daha yeni çıkmıştı. Pretty Woman vizyondaydı. Ve Philadelphia'nın kuzeyindeki kuru yapraklarla kaplı bir mahallede kurulmuş, edebiyat, dil ve tarih ağırlıklı eğitim veren Haverford College'ın erkek basketbol takımı üst üste 12'nci kez bir sezonda oynadığı maçların çoğunu kaybederek ancak 3-21'lik bir derece yapabilmiş, bu sonuca ulaşırken de oynadığı son 11 maçın tamamında mağlup olmuştu.
Kadronun kaybetmeyi kabullenmekte en fazla zorlanan oyuncusu Jeremy Edwards'dı. Üniversitede ikinci yılını geçiren 1.90'lık şutör guard, atletizm ve yetenek bakımından bariz bir biçimde yetersiz bir takımın açık ara en iyi oyuncusuydu. Washington D.C.'deki St. Albans'dan umut vaat eden bir lise oyuncusu olarak gelmişti. Enerjisiyle potaya gidebiliyor, orta mesafeden isabetler buluyor ve durmadan koşabiliyordu. Kısa siyah saçları, esmer teni, düzgün fiziği ve çapkın gülümsemesiyle Haverford'da görenlerin idol olarak benimseme ihtimalinin olduğu tek kişiydi. Ve basketbolu gerçekten çok ciddiye alıyordu. Bazı yenilgilerden sonra gözyaşlarına boğulduğu görülmüştü.
Ve Jeremy, Haverford'dan bıkmıştı. Ivy League okullarından değildi, alanındaki okullar arasında Williams ya da Amherst kadar prestijli de sayılmazdı. Haverford, ördek havuzları ve 19'uncu yüzyıl stili taş binalarla dolu sessiz sakin bir kampüsü olan, yenilikçi ve entelektüel bir okuldu. Öğrenci birlikleri ya da futbol takımı yoktu. Bunlar yerine öğrenciler tarafından yazılan kendine özgü ahlak kuralları ve yeni yeni yükselmeye başlayan politik doğruculuk akımına gösterilen tutkulu bağlılık okulu tanımlıyordu. Burası women (kadınlar) sözcüğünün cinsiyetçi olmamak adına womyn diye telaffuz edildiği; LGBT'nin öpüşme eylemleri düzenlediği; öğrenciler tarafından işletilen pizzacıdaki Hawai pizzasının isminin, belki Hawaiili bir öğrenci görür de ırkçı bulur diye "Kanada Pastırması ve Ananaslı" diye değiştirildiği bir yerdi. Okulda bu duruma alınacak bir Hawaiili öğrencinin bulunmaması onlar için önem taşımıyordu.
Haverford'da spora önem verilmiyor denemezdi. Kros takımı harikaydı, beysbol takımı gelecek vaat ediyordu. Basketbol takımı bile, 70'lerde Dickie Voith adında potaya her attığını sokan şutör bir forvet önderliğinde parlak bir dönem geçirmişti. Voith daha sonra Golden State Warrios'ın yaz kampından davet almayı bile başarmıştı. Ama Haverford'da spordan daha çok önem verilen birçok başka şey vardı.
Burası ne bir Ivy League okuluydu, ne de alanındaki okullar arasında önemli bir yere sahipti. Haverford huzurlu kampüsüyle yenilikçi ve entelektüel bir okuldu sadece. Kardeşlik bağlarına ya da bir futbol takımına da ev sahipliği yapmıyordu. Bunlar yerine, okulun kendine özgü ahlak kuralları ve politik doğruculuğa ateşli bir bağlılığı vardı.
Jeremy de bunun farkındaydı. Ancak tüm bunlara rağmen, bir bahar günü kampüs merkezindeki erkekler tuvaletine girdiğinde göreceği manzaraya hazırlıklı değildi. Kafasını yan taraftaki pisuvara doğru çevirdiğinde, yaşıtı bir öğrencinin bir yandan işeyip diğer yandan önünde duran kimya kitabını okuduğunu gördü.
Bu da yetmezmiş gibi, çocuk ağzındaki fosforlu kalemle kitaptaki önemli yerlerin altını çiziyordu.
İşte tam o anda, Jeremy'nin sabrı taştı. O tuvalette ve o an her şeyi bir kenara bırakıp okuldan ayrılmaya karar verdi. Başka bir okula gitme fikrini bir ay kadar düşündükten sonra yurt dışında, İspanya'da bir yıl geçirip kafasını toplamaya çalışacağını açıkladı.
Parçalar yerine oturuyordu: başarısız bir sezonu geride bırakan ve omuzlarında 11 maçlık bir mağlubiyet serisinin yükünü taşıyan Haverford, şimdi de en iyi oyuncusunu kaybetmişti. "Seri"nin ülke gündemine oturması için her şey hazırdı.

Yalnızca gerçek bir optimist, uçuruma sürüklenen bu kadroya bakıp onların büyük işler başarma potansiyeline sahip oyuncular olduklarını söyleyebilirdi. Haverford'un en büyük şansı (ve belki de en büyük şanssızlığı) takımın başında optimistlerin kralının bulunması oldu.
David Hooks imkansızın başarılabileceğine inanan koçlardandı. İmkansızın peşinde koşan diğer meslektaşları vazgeçse bile, o yoluna devam edenlerdendi. Bu adam önünde duran bomboş bardak, parçalanıp geri dönüşüm kutusuna atılsa da o bardağın dolu tarafını görebilen biriydi. Dayton, Ohio'da büyümüş, 1.90'lık iri vücuduyla uzun forvet mevkiinde basketbol oynamış, gelecekte Trail Blazers'ın yıldızı olacak Jim Paxson'ın da bulunduğu konferansın en iyi ikinci beşine seçilmeyi başarmıştı. Oakwood High'da beraber çalıştığı koçtan ilham alarak lise takımlarına koçluk yapmaya karar vermiş. Daha sonra DIII seviyesinde oynayan Greensboro'daki okulu Guilford College'da asistanlık yapmış ve kolej seviyesinde koçluk yapma fırsatını ilk kez Haverford'da elde etmişti.
Hooks, Fords'un koçu olarak üçüncü sezonuna başladığı 1990 yılının Ekim ayında yaptırdığı bir antrenman sırasında takımının karşısına geçti, gözlerinden ateş çıkıyordu. Sonraki yıllarda tombul yanakları, küçük gözleri, gittikçe büyüyen göbeği ve davudi sesiyle sakar ve sevimli Berenstain Bear'ı anımsatacaktı ama o günlerde yaşı daha 33'tü. Formda ve sağlam gözüküyor, gür kahverengi saçları gençliğini belli ediyordu. Ve bu genç koç, "Seri"ye son vermek için bir plan yapmıştı.
"Bu sezon" diye sözlerine başladı Hooks ve soluk benizli, çelimsiz oyuncularına şöyle seslendi:
Amerika'nın en formda, en çok çalışan takımı biz olacağız.
Oyuncular, Hooks'un kendilerine gaz verdiğini sandı. Yanılıyorlardı.
Fords bu sözleri takip eden haftalarda, oyuncularının tabanlarını yakan bitmek bilmez antrenmanların üstüne, sonu gelmeyen savunma antrenmanları yaptı. Ara verdiklerinde de Hooks'un "beşlikler" olarak isimlendirdiği kısa sprintler atmak zorundalardı. Koç, zaman zaman antrenmanı akşam 10'da başlatıp gece yarısı bitiriyor, sonraki günün çalışmasını da sabah 6'yla 8 arasına koyuyordu. Bazı oyuncular evlerine gitmek için harcadıkları zamanı hesaplayıp akıllıca bir karar aldı: havlularına sarınıp geceyi daracık ve küflü soyunma odasında geçirmeye başladılar.
Hooks'un stratejisi, bazı engelleyici etkenler söz konusu olmasa işe yarayabilirdi (dikkatinizi çekiyorum, yarayabilirdi). Bu etkenlerden ilki, Haverford'un spor salonuydu. Alumni Fieldhouse (ya da öğrencilerin deyimiyle Quakerdome) bir koşu pistinin çevrelediği üç basketbol sahasına ev sahipliği yapan, betondan dev bir kutuydu. Maç günlerinde okulun görevlileri, ortamda biraz olsun atmosfer oluşması için tekerlekli tribünleri çıkarıp etrafı kırmızı muşambalarla kaplıyordu ama bu düzenlemelerin pek etkili olduğu söylenemezdi. Ama salonun en kötü tarafı bu da değildi: Quakerdome'un beton altyapısının üzerinde, sanki döşenmemiş de spreyle sıkılmış gibi gözüken üç santimetre kalınlığında kauçuk bir zemin vardı. Zeminden çok kırmızı renkli dev bir mıknatısa benziyordu. Haverford'a geldiğinde smaç yapabilen bir elin parmakları kadar oyuncu, zemin yüzünden birkaç hafta içinde zayıf turnikeler atmaktan başka bir şey yapamayacak hale geliyordu.
Tabii, kadronun ta kendisini de unutmayalım. Kadro seçkin atletlerden çok, öğrenci atletlerden oluşuyordu. Bu çocukların vücutları bitmek tükenmek bilmeyen kayma antrenmanlarını kaldıramıyordu. Henüz sezon öncesi hazırlık dönemi bitmeden, Haverford kadrosunun neredeyse yarısı baldır çekmesi yüzünden hastane yolunu tutmuştu bile.
Ama Hooks hâlâ takımına güveniyordu. Sonuçta bunlar zaman içinde oturacak şeylerdi.

O kış, Fords için küçücük de olsa bir umut ışığı varsa o da okulun takıma yeni kazandırdığı üç oyuncu olabilirdi.
Ama bu üçlüden takıma ilk katılan isim olan 2.00'lık pota altı oyuncusu Tim Ketchum, çıktığı ikinci antrenmanda bayıldı ve sezonu kapattı. Sıkıntının baş gösterdiği dönemde kalbinde bir sorun olduğu düşünülüyordu ama sonunda kariyerini tehdit edecek bir durum olmadığı anlaşıldı. Bayılma olayından kısa süre sonra iki numaralı transfer, oyun kurucu Jacopo (Yak) Leonardi'nin basketbol kariyeri bir sırt sakatlığı yüzünden sona erdi. Ahenkle dans eden saçlarıyla dikkat çeken Hunter adlı üçüncü transfere gelince... 1.95'lik forvet takımla tek bir antrenmana bile çıkmadı. Spor kariyerini Ultimate Frisbee2Ultimate Frisbee: https://www.youtube.com/watch?v=byy0iWakkI0dalında sürdürmeye karar vermişti.
Sonuç olarak; 1990-91 Fords kadrosu, korkutucu derecede tecrübesiz ve çelimsiz oyuncuların meydana getirdiği bir oluşum halini aldı. Takımın üst sınıflardan sadece dört, 1.90'ın üzerinde iki –pardon, takımın power forveti Russ Coward'ın bacağı kırıldığından beri bir– oyuncusu vardı. Bu yüzden çoğu maçta, takımla ikinci yılını geçiren 1.88'lik forvet Jon (Feds) Fetterfolf pivot oynamak zorunda kalıyordu. Takımın en iyi üçlük atan oyuncusu Eric Rosand'ın şut elindeki parmaklarından biri kırıktı. Bu tabloya takımın üniversitede ikinci yılını geçiren bir başka oyuncusu Dan (Greenie) Greenstone'u da ekleyince tüm parçalar yerine oturuyordu: takıma çektiği nutuklarla bilinen çalışkan oyuncu, yetenekten bir nebze olsun nasibini almadığını önceki sezonun tamamında rakip potalara toplamda sadece yedi sayı göndererek belli etmişti.
Yeni sezon tam da tahmin edebileceğiniz gibi başladı. İlk olarak Rochester hezimeti yaşandı. Üst üste yenilgiler alan böylesi bir kadroyla çalışan bir koçun sezona, bulunduğu ligin son şampiyonuyla hem de deplasmanda oynayarak başlamayı tercih etmesinin sebebini merak ettiyseniz, yalnız değilsiniz. Ama Koç Hooks aklının değil kalbinin sesini dinlemeyi seven bir adamdı ve takımının gücünü olabilecek en iyi rakip karşısında sınamak istemişti.
Benzer şekilde, onun yerinde bir başka koç olsa büyük olasılıkla elindeki sınırlı kadroya bakıp Bu çocuklarla ne yapalım biliyor musun, şöyle yüksek tempolu bir hücum basketbolu oynayalım demezdi. Çünkü elinizde fizik ve yetenek bakımından eksikleri olan bir takım varsa, oyunu yavaşlatmak ve rakibinize eziyet edip hücumların sayısını azaltarak oynamak her zaman daha mantıklıdır. Hooks'un tercihi ise farklıydı. Oyuncularına Kansas'ın hızlı hücumlarını öğretiyor, sahayı olabildiğince çabuk geçmelerini istiyordu. Ne de olsa o, bir sistem kurmak için uğraşıyordu.
Hal böyle olunca, Haverford kaybetmeye devam etti. Malum seri 15 maça dayanmışken Pennsylvania taşrasının merkezindeki Lebanon Valley College deplasmanına konuk oldular. Tıka basa dolu salona rakip okulun futbol takımı da gelmişti. Maçı Haverford benchinin arkasından takip ediyor, keyifli keyifli goygoy yapıyorlardı. Maçın başlarında Lebanon Valley'nin kaslı ve garip bir şekilde yaşlı gözüken uzunlarından biri, Feds'in üzerinden bir takip smacı vurduktan sonra heybetli bir bağırışla topu Feds'in göğsüne fırlattı ve küçük adımlarla yaptığı bir dansla izleyicileri çılgına çevirerek savunmaya döndü.
Fords devre arasında soyunma odasına çekildiğinde Hooks takımını motive etmek için kendini parçalıyordu. Bağırmıyor, kükrüyordu:
Hadi ulan! BİRAZ ERKEK OLUN! 12 oyuncunun da beş faul hakkı var. HALA 72 TANE FAUL YAPMA HAKKIMIZ VAR!
Sözlerine tereddütsüz devam etti: "Neden temastan korkuyorsunuz? Yoksa 25 yaşındaki bu sefil tecavüzcülerin sizi korkutmasına izin mi vereceksiniz?" Alev alev yanan bakışlarıyla oyuncularını süzerken aynen şöyle söyledi: "Bir keresinde lacrosse oynarken 140 kilometre hızla uçan bir top t*şaklarıma geldi ve yine de çocuk yapabildim. Neden korkuyorsunuz ki?"
Hooks takımına emrediyordu: "Hadi ulan! BİRAZ ERKEK OLUN! 12 oyuncunun da beş faul hakkı var. HALA 72 TANE FAUL YAPMA HAKKIMIZ VAR! Bir keresinde lacrosse oynarken 140 kilometre hızla uçan bir top t*şaklarıma geldi ve yine de çocuk yapabildim. Neden korkuyorsunuz ki?"
Hooks'un konuşmasının istediği etkiyi yarattığını söylemek pek mümkün değildi. Hatta tam tersi, ağzından çıkan pek çok söz gibi bu cümleler de sadece karmaşaya sebep oldu. Ne de olsa, karşısında Haverford öğrencileri vardı. Onlara eleştirel düşünmek, otoriteyi sorgulamak öğretilmişti. Onlar da öyle yaptılar. Öncelikle; 12 kere 5, 72 değil 60 yapmıyor muydu? Ve mantıklı bir insanın 25 yaşındaki bir tecavüzcüden korkması gerekmez miydi? Ayrıca, Hooks'un t*şaklarının durumla ya da sert olmakla ne alakası vardı? Sonuçta topun oraya gelmesini kendisi tercih etmemişti, değil mi?
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, bu tip durumları daha da garip hale getiren bir şey daha vardı: Hooks ne dil ne de kelime bilgisi konusunda pek iyi sayılmazdı. Takımı gaza getirmek için hazırladığı konuşmalardan birinin ortasında durup tahtaya "KAZANMAK MI YOKSA GAYBETMEK Mİ" yazmıştı. Rakip guardlarla ilgili gözlem raporlarına birçok kez "top kontrolü fena deyil" yazdığı görülmüştü. Naylon çanta kullanan oyuncuların cüzdanlarına da "Değerli Çanta" diyor, bu tabir Ketchum'la okulda ilk yılını geçiren sivri zekalı guard Nick Cirignano arasında filozofik tartışmalara sebep oluyordu. Neden mi? Çünkü bu tip çantalar ancak içinde değerli bir şey taşınıyorsa, değerli bir çanta olabilirlerdi.
Kısacası, Hooks'un yaptığı konuşma, çoğu zaman olduğu gibi, oyuncuların kafasını karıştırmaktan başka bir işe yaramadı. Sahaya döndüler ve 57 sayı farkla kaybettiler.
Noel geldiğinde 0-9'luk bir dereceleri vardı ve "Seri" 20 maça çıkmıştı. Hooks kötü gidiş yüzünden takımın izinlerini iptal etti. Yeni yılda oynadıkları ilk maçta kendileri gibi bir Quaker okulu olan Earlham'ın karşısına çıktılar. 20 maçtır ellerine geçmeyen nadir bir galibiyet fırsatıydı bu.
Earlham koçu Pat Williams maçtan sonraki gün bir gazeteye verdiği demeçte karşılaşmayı şu sözlerle özetleyecekti:
UNLV – Princeton maçları gibiydi. Biz de UNLV rolündeydik. Bu, pek başımıza gelen bir şey değil.
Durum gittikçe kötüleşiyordu. Fords, Ocak ayının ortasında karşılaştığı Johns Hopkins takımına 50 sayıya yakın bir farkla kaybetti. Andy Enfield isimli keskin şutör önderliğindeki o takım, bir gün NCAA Turnuvası'nda son 16'ya kalarak gerçek bir peri masalına imza atacaktı.
Fords ise bir sonraki maç St. Louis'de Washington Üniversitesi'ne 49 sayı farkla kaybederek ülke gündemine oturdu. USA Today'de takımın aldığı üst üste 26'ncı yenilgiye odaklanan "tanıtıcı" bir bölüm yayınlandı. Oyuncular utanç içindeydi. Hiç kimse böyle feci şekilde kaybetmek için kolej takımına girmezdi ki. DIII'nin Washington Generals'ı3Washington Generals: Harlem Globetrobbers'a kaybetmesiyle ünlü gösteri takımı. Başkent ekibi, Harlem'e tam 2495 maç üst üste kaybetmiş.olmuşlardı. Okul tarihinin galibiyetsiz kapatılan ilk sezonunu yaşama ihtimali uykuları kaçırıyordu.
Koç Hooks bu şartlarda bile iyimserliğini korumakta inat etti. Haverford'un okul gazetesi The Bi-College News'dan bir muhabir, takımın sürekli zor rakiplerle maç yapmasının sebebini sorunca şöyle cevap verecekti: "Her şeye yeniden başlamak mümkün olsa, yaptığım hiçbir şeyi değiştirmem." Ona göre alınan yenilgilerde bir hayır vardı: "Acı dersler aldığımız bir yıl oldu ama sorun yok. Çünkü bu takımdaki çocuklar, aldıkları o derslerle önümüzdeki iki yıl önemli işlere imza atacaklar." Soyunma odasında oyuncularına şöyle sesleniyordu: "Deli olduğumu düşündüğünüzü biliyorum ama bence bu takım bir gün ülke şampiyonu olacak."
Haverford College Arşivi
Seri uzadıkça yenilgilerin yükü de ağırlaşıyordu. Fords (Andy Enfield adında bir guard'ın öncülük ettiği) Johns Hopkins'e 50, Washington Üniversitesi'ne 49 sayı farkla yenildi. Oyuncular Division III'nin müzmin kaybedeni olmaktan korkuyordu artık.
Tam bu sıralarda, oyuncuları Koç Hooks hakkında ilginç bir bilgiye ulaştı. Kendisi yıllar önce North Carolina – Greensboro'da (tesadüfe bakın ki) spor psikolojisi alanında yüksek lisansını yapmıştı. Hooks, tezi için Bobby Cremins, Dean Smith gibi isimlerle görüşmüş, efsane John Wooden'ın sorularına yanıt verdiği anlar ufkunu açmıştı.
Peki o tezin konusu neydi?
Kolej seviyesindeki basketbol oyuncularını motive etme yöntemleri.
Haftaları haftaları, yenilgiler yenilgileri kovalarken "Seri" büyüyüp 34 maça ulaştı.
İlginçtir, o karanlık günlerde bile oyuncular arasındaki bağlar kuvvetliydi. Haverford'un büyük çaplı bir basketbol programı olmasa da belki de hiçbir rakiplerinde olmayan bir özelliği vardı: takımın oyuncuları birbirlerine içten bir sadakatle bağlıydı. Hepsi farklı ortamlarda büyümüş çocuklardı. Birinin babası rahipti, öbürününki Coca-Cola için distiribütörlük yapıyordu. Bazıları küçük bir şehirde öğretmen bir ailede büyümüş, bazıları büyük şehirlerde çalışan profesörler tarafından yetiştirilmişti. Ama bir tek ortak noktaları bulunuyordu: hepsi zekiydi. Kafeteryada hep beraber yemek yiyor, okulun peynir pirzola adını koyduğu garip bir yemeğin verildiği Vejeteryan Geceleri'ne hep beraber katlanıyorlardı. Haverford'taki sosyal yaşamın merkezi olan kütüphanede (evet, kütüphane) birlikte takılıyorlardı. Haftasonları Keystone Light içip yurt odalarında otururken, birbirlerine futbol topu fırlatıp Hooks'la yaşadıkları acayip olayları anlatıyorlardı. Parti verdikleri zaman, misafirlere Red Wave Punch adını verdikleri bir kokteyl ikram ediyorlardı (Fords ismini yeterince güçlü bulmayan Hooks, takımı Red Wave olarak yeniden isimlendirmişti). Bu kokteylin içinde her türlü garip likör vardı ve sadece oyuncular ve takıma yakın isimler içme ayrıcalığına sahipti. Tadı berbattı ama harika bir içkiydi. Tarifi bugün bile dilden dile dolaşıyor.
'90-91 sezonu bitmeye yaklaşırken, Haverford'un kazanmasının mümkün olduğu iki maç kalmış gibi gözüküyordu. İlki, Şubat sonunda oynanacaktı ve o sezonun (ve her sezonun) en büyük maçıydı. Çünkü Haverford, ezeli rakibi Swarthmore'a karşı sahaya çıkacaktı. İki kolej yılda bir kez her spor dalında birbirine rakip oluyor, Hood kupasını kazanmaya çalışıyordu. Haverford'un birçok maçta sadece birkaç yüz taraftarı oluyor, Swarthmore seyircisinin sayısı genelde 1.000'in altına düşmüyordu.
O sezonki eşleşme, "Seri" sebebiyle ayrı bir önem arz ediyordu ama o günlerde rekabetin yeni bir boyutu daha ortaya çıktı: Swathmore, o sezon evinde oynayacağı son maçta ezeli rakibini ağırlayacaktı. Ve kaderin cilvesine bakın ki Swarthmore'un kadrosundaki en iyi oyuncu, üniversitede son yılını geçiren Mike Greenstone'du.
Onları hiç tanımayan bir insan, Dan ve Mike Greenstone'un kardeş olabileceğine ihtimal dahi vermezdi. Mike 1.88 boyunda geniş omuzlu, mavi gözlü bir delikanlıydı. Basketbol oynarken parkede adeta süzülüyordu. Swarthmore'a gelmeden önce oynadığı lise takımının da yıldızıydı. Özgüveni yüksek ve ciddi bir insandı. Şimdiden, gelecekte ne olmak istediğini biliyordu (ekonomist) ve bu hedefe nasıl ulaşacağını da belirlemişti (Princeton'da yüksek lisans). Peki ya, Dan? 1.80 boyunda, 72 kiloydu. Çelimsiz, sırık gibi ve biraz da şapşal bir çocuktu. Saçı her zaman yataktan yeni kalkmış gibi gözüküyor; yüzünden eksik olmayan yaralar sakal tıraşı olmayı bir türlü öğrenemediğini belli ediyordu. Mike ağırbaşlı ve güçlü ifadesiyle dikkat çekiyor, Dan ise iğneleyici sözlerini sürekli kendisiyle dalga geçmek için kullanıyordu. O, girdiği tartışmalar zaman zaman garip şeyler söylemesine sebep olsa bile her zaman mantıklı sonuca ulaşmak için konuşan adamlardandı. Kadınlarla arası pek iyi değildi ve bunu muhabbet ettiği herhangi bir insana rahatlıkla anlatabilirdi. Üniversiteden önce Chicago'nun Hyde Park bölgesindeki küçük bir özel okulda eğitim almış, son yılına dek okul takımının müzmin yedeği olmaktan kurtulamamıştı. Haverford ve Hooks olmasa, kolej seviyesinde basketbol oynaması da pek mümkün gözükmüyordu. Koçun onu takıma alma kararına en çok kendisi şaşırtmıştı.
Greenie biraz bu yüzden, biraz da doğası gereği, bu maç öncesinde tam anlamıyla kıçını yırtıyordu. Fiziksel olarak pek bir avantajı olmadığından, oyuna savunması ve mücadele gücüyle etki yapan bir oyuncuydu. Hooks yıllar sonra onu şu sözlerle anlatacaktı:
Greenstone'u izlerken içindeki basketbolcunun içine hapsolduğu o bedenden çıkıp kurtulmaya çalıştığını görür gibi olurdunuz. O yeteneksizliğine rağmen, bitmek bilmez bir çabayla oynamaya çalışmasını izlemek inanılmazdı.
Grennie, 1990-91 sezonuyla ilgili karışık hisler içindeydi. Kaybetmekten o da herkes kadar nefret ediyordu ama bir yandan da üst üste gelen sakatlıklar, sahaya koyduğu mücadele ve gösterdiği gelişme sayesinde altıncı adam olarak kenardan gelip önemli dakikalar alıyordu. Maç başına 3 sayının biraz üstündeki ortalamasıyla pek skorer olduğu söylenemezdi ama takımdaki herkes şunda hemfikirdi: Greenie, Fords'un ruhu ve kalbiydi.
Aslında bu ifade, Greenie'nin Haverford'la Swarthmore'un yaptığı ilk maçtan sonra neden büyük bir hayal kırıklığına uğradığını da anlatıyordu. Swarthmore'un kolaylıkla kazandığı o ilk maçta, Mike Greenstone 18 sayıyla yıldızlaşmış, Dan ise 5'te 0 saha içi isabetiyle oynayıp beş faulle oyun dışında kalmıştı.
Greenie tüm bunları düşünüp ilk devredeki Swarthmore maçına hazırlandığı o günlerde, o yaştaki bir gencin asla yaşamak istemeyeceği bir duygu fırtınasına doğru sürüklendiğinin farkında değildi.
Haber geldiğinde takvimler Şubat ayını gösteriyordu. Dan yurttaki odasında değildi, o zamanlar sesli mesaj gibi bir teknoloji de mevcut olmadığından annesi yurt ofisini aradı. Oradakiler de basketbol koçuna haber verdiler.
Koç Hooks o haberi vermek için Dan'in kapısını çaldığı zaman, yüzünde o alışılmış coşkudan eser yoktu. "Baban ölüm döşeğinde," dedi Koç. "Kanser tüm vücuduna yayılmış. Durum ciddi. Eve gitmen gerek."
Ve sonra oyuncusunu havalimanına kadar götürdü. Son güvenlik kontrolünün yapıldığı kapıya kadar ona eşlik etti. Greenie, kardeşi Mike, Hooks ve Swarthmore'un koçu Lee Wimberly o kapının önünde oturup sohbet ettiler. Birçok şey konuştular ve aslında hiçbir şey söyleyemediler.
David Greenstone birkaç gün sonra, 52 yaşında aramızdan ayrıldı. New York Times'da bir baş sağlığı mesajı yayınlandı. Cenazesi 23 Şubat'ta Chicago'da gerçekleşti.
Dan takıma döndüğünde konu hakkında pek konuşmadı. Söyleyecek ne vardı ki?
Aradan bir yıl geçti, Swarthmore o sezon kendi salonunda oynayacağı son maça çıkıyordu. Dan'in annesi ve büyükannesi de maça geldi. İkisinin de üzerinde Swarthmore tişörtleri vardı.
Swarthmore'un salonu, soğuk ve yağmurlu bir akşam olmasına rağmen tıklım tıklımdı. Takım, oynadığı 20 maçın 16'sını kazanmış, sezon sonuna emin adımlarla ilerliyordu. Fords ise çıktığı 24 maçın tamamını kaybetmiş; "Seri" 34 maça çıkmıştı.
Dan Greenstone
Swarthmore'un o sezon evinde oynayacağı son maçta, Mike Greenstone kardeşi Dan ve Haverford'un karşısına çıkacaktı. Anneleri ve büyükanneleri de maç için uçağa atlayıp Swarthmore'a geldi. Ağzına kadar dolu bir salonda yaşanan bu tarihi akşamda, Swarthmore taraftarları acımasızca Dan'in üstüne gitti. "Greenstone'un kardeşi beceriksizin teki" diye bağırıyorlardı.
Mike Greenstone maça her zamanki gibi ilk beşte başlayıp henüz ilk çeyrekte üst üste basketler buldu. Hemen adından Dan oyuna girdi ve girer girmez Swarthmore taraftarlarının acımasız tezahüratlarının hedefi oldu. Her şeye rağmen çevresinde olup biteni görmezden gelmeye, oyuna odaklanmaya çalışıyordu.
İlk devre bittiğinde ev sahibi ekip 25 sayı öndeydi. Bunun da üstüne; Mike Greenstone, ikinci yarıda bulduğu bir basketle kolej kariyerindeki 1000. sayısına ulaştı. Hem de faüle rağmen bulduğu bir üçlüğün ardından attığı serbest atışı sayıya çevirerek. O faulü yapan oyuncu sizce kim olabilir? Evet, doğru bildiniz. Dan Greenstone.
Hakemler oyunu durdurdu. Swarthmore, Mike'ın onuruna kısa bir seremoni düzenledi. Kendisine bir maç topu hediye edildi. Seyirciler onu sevgiye boğdu. Saçları yine mükemmel gözüküyordu.
Maç sonunda Swarthmore yine kazanıyor, Haverford yine kaybediyordu. Ama o akşamki maç, bir açıdan çok özeldi. İstatistikler Haverford'un 36 sayılık hezimetinin yanı sıra bir şeyi daha gösteriyordu: Fords'un o maçtaki en skorer oyuncusu tecrübeli guard Joey Rulewich ya da Rosand değildi. Dan Greenstone, annesinin önünde "GREENSTONE'UN BECERİKSİZ KARDEŞİ" diye salonu inleten seyircilerin karşısında oynadığı bu maçı, 7’de 6 saha içi isabetiyle tamamladı. Beş ribaund çekip kullandığı tek serbest atışı da sayıya çevirerek kariyer rekoru anlamına gelen 15 sayıya ulaştı. Bunları yaparken, kullandığı iki üçlükte de isabet bulduğunu unutmayalım.
Dan o üçlüklerden ikincisini potaya gönderdikten sonra, şutör adımlarıyla geri geri yürüyerek kendi sahasına dönüyordu. Tam o sırada, orta parmağını kaldırdı ve kafasını bile dönmeden tribünde kendisiyle dalga geçenlere sinkaflı bir karşılık verdi.

Erkek kardeşinin 1.000 sayı barajını aştığı akşam Dan Greenstone da Haverford'un en çok sayı üreten oyuncusu oldu. İkinci üçlüğünü gönderdikten sonra şutör adımlarıyla geri geri giderek kendi sahasına dönerken, bakışlarını o yöne çevirmeden orta parmağını tribünlere doğru kaldırdı ve kendisiyle dalga geçenlere cevabını verdi.

Swarthmore karşısında kazanılan bir zafer, duygusal açıdan tatmin edici olabilir, takımın sportif olarak kendini kanıtlamasını sağlayabilirdi. Ama bunun çok zor bir görev olduğu daha işin başından belliydi ve Hooks hariç herkes bunu kabul ediyordu zaten. Vassar adlı okula karşıysa, durum hayli farklıydı.
Haverford sezon boyunca oynadığı maçlardan sadece birisinde 19 sayıdan az bir fark yemişti: o maçı da Aralık ayında Vassar'a karşı oynamışlar, 69-64'le sahadan yenik ayrılmışlardı. Bu sezonun son galibiyet şansı ayaklarına geliyordu.
Hooks büyük karşılaşmadan önceki gece neredeyse hiç uyumadı. Maç kasetleri izleyip takımın stratejisi üzerinde çalıştı. Greenie yurttaki odasında görselleştirme egzersizleri yaptı. Kampüsün heyecanı da giderek artıyor, The Bi-College News'un manşeti kocaman puntolarla haykırıyordu: "FORD ZAFERİ İÇİN SON ŞANS VASSAR MAÇI". "Seri" 35'e ulaşmıştı.
Okulun spordan sorumlu yöneticisi Greg Kannerstein bu sırada ofisinde oturmuş, olası bir mağlubiyetten sonra ortaya çıkabilecek tabloyu düşünüyordu. Division I tarihinin en uzun mağlubiyet serisine 1954-55 sezonunda üst üste 37 maç kaybeden Citadel imza atmıştı. Division II'da rekor 1959-61 arasında 46 maç kaybeden Olivet'e aitti. Haverford'un oynadığı Division III'de ise bu onurun sahibi 1983'ten 1985'e kadar 47 maç kaybeden Rutgers-Newark'tu. Hooks ve takımının hâlâ zamanı vardı ama o zaman, giderek daralıyordu. U.S. News & World Report, henüz geçen bahar Haverford'u, alanında ülkenin en iyi 10 üniversitesinden biri olarak göstermişti. Kannerstein, üniversite seviyesinde tarihin en kötü basketbol takımı olarak kayıtlara geçmenin okulun itibarını zedeleyeceğini biliyordu. Sezonun bitimiyle birlikte basketbolsuz kalacak medyaya bu hikayeyi uzun uzun anlatma fırsatının çıkması da yaraya tuz ekecekti.
Haverford, bütün bunlara rağmen Vassar maçının ilk yarısında silik oyununu sürdürdü. Şutlar çemberi dövüyor, turnikeler havada şöyle bir süzülüp ribaunda dönüşüyordu. İlk yarı biterken Vassar 11 sayı farkla öndeydi. Sonra, herkesi şaşkına çeviren bir şey oldu: Fords, ikinci yarıda farkı kapattı ama 30 saniye kala 70-64'le tekrar geriye düştü.
İşte o saniyeden itibaren, büyülü anlar başladı.
Greenie sağ forvetten gönderdiği şutla o akşamki dördüncü üçlüğünü kaydedip kariyer rekoru anlamına gelen 19'uncu sayısını buldu. Vassar iki serbest atıştan yararlanamadı. İki takım da birbirine topu ikram ediyor ama Haverford bir türlü aradığı basketi bulamıyordu. Maçın bitimine birkaç saniye kalmıştı. Aradaki fark hâlâ 3 sayıyken ellerine son bir fırsat geçti. Ancak topu potaya fırlatıp, girmesi için dua edecek kadar vakitleri kalmıştı. Kırık parmaklı şutör Rosand yarı saha çizgisinin birkaç adım içinde topu aldı, potaya dönüp şutu gönderdi. Süre biterken top potaya süzüldü, süzüldü ve...
Deliksiz.
Bütün Fords kadrosu, Rosand'ın üstüne yığıldı. Yedek guard Nick Cirignano aradan geçen 20 küsür yıla rağmen, o anı bütün canlılığıyla hatırlıyor:
O felaket sezonun ardından, nihayet mutlu olduğumuz bir an yaşıyorduk. Hepimiz çocuğun üzerine atladık. O da yüzüğü eline geçirmiş Gollum gibi kıkırdıyordu. Hayatımda daha mutlu hissettiğim bir an olmadı.
Ne yazık ki, daha önlerinde uzatma devresi vardı.
İki takımın da bir öne geçip bir geri düştüğü uzatmanın bitimine birkaç saniye kala, Fords yine kendini üç sayı geride buldu. Bu kez top, sezon boyunca takımın en iyi oyuncusu olarak öne çıkmış çilekeş skorer Joey Rulewich'in ellerindeydi. Şutu sokarsa, Haverford maçı bir kez daha uzatacaktı. Oğlu Joey'nin ilkokuldan itibaren oynadığı tüm maçları yerinden takip eden babası Butch, o gün de tribündeydi ve şutun girmesi için dua ediyordu.
Joey kendi yarı sahasından aldığı topu zorlukla rakip yarı sahaya taşıdı ve üçlük çizgisinin hemen gerisinde driplingi kesip şutu gönderdi. Top, mükemmel bir kavis çizerek havada süzüldü. Potaya şöyle hafifçe dokunup içinde bir tur attı.
Vassar'a karşı oynanacak sezonun son maçında Seri nihayet bitebilirmiş gibi gözüküyordu. Eric Rosand'in başka çaresi olmadığı için son saniyede orta sahadan rakip potaya gönderdiği üçlük isabetli olunca, Fords takım halinde oyuncunun tepesine çıktı. Ama maalesef daha uzatma devresi oynanacaktı.
Sonra, dışarı düştü.
Joey kendini yere bıraktı. Butch olduğu yere yığıldı. Hooks yıkıldı. Greenie bir değil, bin kere öldü.
Seri, en azından bir sezon daha devam edecekti.
Bilanço hayli ağırdı. Haverford o sezon kaybettiği maçlarda ortalama 34 sayı fark yemişti. Hiçbir oyuncusu herhangi bir istatistikte konferansın ilk 10 oyuncusu arasında değildi. Hooks okulun kendi içinde dağıttığı ödüllere karar verirken, En Değerli Oyuncu'yu seçmedi bile. Haverford'un modern kolej basketbolu tarihindeki en kötü sezonu geçirdiğini söyleyen biri hiç de haksız sayılmazdı ve bu "birilerinin" sesi kampüste halihazırda yükseliyordu.
Artık medya da peşlerindeydi. Philadelphia Daily News gazetesinde çıkan bir özel haberin başlığı şöyleydi: "BU KAZANMAKLA İLGİLİ DEĞİL". Haberin yazarı Bill Fleischman, Koç Hooks'u şöyle tarif ediyordu: "64'ünde gösteren 34 yaşında bir adam." Yazar, haberde Greenie'nin şu sözlerine de yer vermişti: "Biz çok genç insanlarız ve bu yıl cehennemi yaşadık."
Spor direktörü Kannerstein, Hooks'un arkasında duruyordu. Haber için verdiği demeçte Koç'u "çok büyük bir enerjiye sahip ve kolay vazgeçmeyen bir insan" olarak niteliyordu. Açıklamalarının devamında sürdürdüğü övgülerin söyleniş biçimiyse birazcık talihsizdi:
David, harcadığı enerji ve pes etmemek konusundaki inadıyla beklentilerimi fazlasıyla aştı.
Haverford'lu kadın öğrencilerin yaptığı bir grev, o yılın bahar aylarında "Seri"nin kısa bir süre de olsa gündemden düşmesine sebep oldu. Tabii, söz konusu grev öyle sıradan bir olay değildi: Haverford'lu kadınlar, bir "muamele" grevi yapıyordu.
Sorunun kaynağı lacrosse takımında ilk sezonunu geçiren birkaç öğrenciydi. Koç Hooks'un antrenörlüğünü yaptığı bu genç delikanlılar, her yılın sonunda yaşanan Swarthmore – Haverford rekabeti ve Hood Kupası hakkında kampüsün bir yerine "coşku dolu" bir slogan yazmaya karar verdiler ve seçtikleri kelimelerle hem kaba hem de aptalca bir sonuç elde etmeyi başardılar: SWARTHMORE DİZLERİNİN ÜSTÜNE ÇÖKECEK VE BİZE GÜZEL BİR HOOD ÇEKECEK.
Tahmin edebileceğiniz gibi, slogan kısa sürede kampüs gündemine oturdu. İnternet öncesi dönemin yaşandığı o günlerde, bunun gibi tüm kampüsü ilgilendiren tartışmalar öğrenci merkezinin hemen dışındaki kocaman mantar panolarda yaşanıyordu. İşte o panolar, birkaç saat içinde öfke dolu, upuzun mektuplarla doldu. İçerikleri genelde benzerdi: sloganın ne kadar saldırgan olduğundan dem vuruluyor, erkek egemen düzeni destekleyen bir mantıkla yazılmış olmasından şikayet ediliyordu. Bazı öğrenciler meselenin sadece cinsellikle değil, şiddetle de alakalı olduğunu söylüyordu.

Haverford aldığı yenilgilerde ortalama 34 sayı fark yiyordu. Herhangi bir oyuncu herhangi bir alanda konferansın ilk 10 oyuncusu arasına girememişti. Hooks, En Değerli Oyuncu ödülünü kimseye vermemeyi seçti. Birisi rahatlıkla bunun modern kolej basketbolu tarihindeki en kötü sezon olduğunu söyleyebilirdi.

Haverford protokolüne uygun olarak, okulun etik kurulu uzlaşma sağlanana dek sürecek bir toplantı için çağrıda bulundu. Bir gün süren görüşmeler çözümsüz kalınca, Haverford'un kadınları çareyi kendi sloganlarını hazırlamakta buldu. Kısa süre sonra sokak lambalarına, yurtların duvarlarına ve yaya kaldırımlarına bantla yapıştırılmış küçük el işi kağıtları görüldü. Üzerlerinde siyah harflerle yazılmış iki kelime bulunuyordu: MUAMELE GREVİ.
Şans bu ya, Jeremy Edwards'ın İspanya'dan döndüğü günlerde grevin son günleri yaşanıyordu (sorun bir süre sonra herkesi tatmin edecek bir şekilde çözüldü). Edwards okulun gidişatına baktığında, kendisi uzaklardayken de hiçbir şeyin değişmediğini gördü. Basketbol takımı da bıraktığı gibiydi.
Fords en son maç kazandığında, takvimler Ocak 1990'ı gösteriyordu ve o maçın en skorer oyuncusu Jeremy'den başkası değildi.

Ekim 1991'de Hooks'un posta kutusuna Sports Illustrated Kolej Basketbolu Özel Sayısı ulaştı. Kapağında Christian Laettner vardı. Hooks, Philadelphia bölgesinde yaşayan pek çok başka basketbolsever gibi ne kapağa baktı ne de Duke, Michigan ya da LSU'lu pivot Shaquille O'Neal hakkındaki yazıları okudu. Aradığınıysa 122'nci sayfada buldu. Yazının başlığı bir sorudan ibaretti: FORDS SEZONA İYİ BAŞLAYABİLECEK Mİ?
Peter Read Miller
1991'in kış ayları, Sports Illustrated kolej basketbolu özel sayısını hazırladı ama derginin içindeki bir yazı Koç Hooks'un hiç hoşuna gitmeyecekti.
Yazı şu cümleyle başlıyordu: Haverford College'ın '90-91'den daha kötü bir sezon geçirmesi imkansız gözüküyor. Geçen sezonu 0-25'lik bir dereceyle kapatan Fords'un mağlubiyet serisi Ocak 1990'a kadar uzanıyor.
Bir gün Division I'da koçluk yapmayı hedefleyen Hooks'un hayallerinden biri de Sports Illustrated'a çıkmaktı. Elbette bu şekilde değil.
Neyse ki kadroya takviyeler yapılıyordu. Bunlardan ilki Gabe O'Malley idi. İrlandalı bir bar sahibinin oğlu olan Gabe kızıl saçlı, sert mizaçlı, zeki bir gençti. 1.93'lük boyuyla BB&N School'un forvet pozisyonundaki yıldızı olmuştu. İkinci transfer, California adında uzaklardaki bir diyardan geliyordu. Kendisi, benim kardeşim Duffy'ydi.
Duffy, Haverford'da nadir görülen bir yetenekti. Boyu uzun, eni genişti. Lisede oynadığı konferansın en iyi oyuncuları arasına seçilmiş, DIII'nin büyük güçlerinden UC San Diego'ya girmeyi kıl payı kaçırmıştı. Haverford'da ikinci bir şans elde etmişti.
1991 kışında oluşan bu olumlu atmosfere Edwards'ın takıma dönüşüyle geçen sezonun tamamını kaçıran Tim Ketchum ve Russ Coward'ın önemli sakatlıkları atlatıp sahalara dönmesi de eklenince, Haverford bir yetenek bolluğu yaşıyormuş gibi gözüküyordu (görece tabii). Sezonu yüzde 50 galibiyet oranının üzerinde bitirme hesapları yapılıyor, playoff hayalleri kuruluyordu.
Edwards parkeye inince herkes tatlı rüyalardan uyandı. Hareket etmekte zorlanıyor, şuta çıkarken sıçramakta sıkıntı çekiyordu. Anlaşılan İspanya'da kafa dinlemekten çok keyif yapmıştı. Sabah saatlerinde yapılan bir antrenman sırasında Cirignano, Greenie'ye dönüp şöyle dedi: "İşimiz bu herife kaldıysa, bildiğin s*çmışız."

Hooks da yine ölümcül bir maç takvimi hazırlayarak kendisini tanıyanları hayal kırıklığına uğratmamıştı. "Seri" falan umurunda değildi. Haverford bulunduğu konferansın en güçlü ekiplerinden Williams, Wesleyan, Middlebury ve NYU ile deplasman maçlarına çıkacaktı.
Ayrıca basketbol programına da üç yeni yüz katılıyordu: Kevin Small ve Kevin Morgan, Hooks'un yeni asistanları olacak ve gelişiyle oyuncuları mutluluktan uçuran zeki ve güzel Lila Shapiro da istatistik tutacaktı. Baltimorelu bir spor delisi olan Lila, kısa sürede takımın en ateşli taraftarı oldu. Deplasman maçlarına takımla beraber gitmeye başladı. Bazı oyuncular kendisine abayı yaksa da o romantik meselelerle pek ilgilenmiyor, sadece işine odaklanıyordu. Ayrıca, bugün kendisinin de dediği gibi "Haverford'lu çocuklardan bahsettiğimizi unutmayalım. Ohio State basketbol takımıyla takılmıyordum sonuçta."
Sezon öncesi artmış olan iyimserliğin buhar olup uçması uzun sürmedi. Sezonun açılış maçında; Fords, NYU'ya 99-82 kaybederek Division I'ın üst üste alınan mağlubiyetler rekorunu egale etti. Sonraki gün Neumann Üniversitesi'ne 32 sayı farkla kaybettiler. Sonra Gettysburg'a 33'le. Umudun yerini bunalım aldı. "Seri", 39 maça kadar çıkmıştı. Tarih kitapları Haverford'a göz kırpıyordu.
Oyuncular artık utançlarından acı çekiyorlardı. Mağlubiyet Serisiyle SI'a Çıkmayı Başaran Takım'ın bir oyuncusu olmak ne kolay ne de eğlenceliydi. Bu oyuncuların çoğu lise takımlarının yıldız oyuncuları olarak Haverford'a gelmişti ne de olsa. Hayatları boyunca diğerlerinden bir adım önde olmayı başarmışlardı. Çok çalışmışlar, kıçlarını yırtıp akademik açıdan da başarıyı yakalamışlardı. Önemli işler başarıyor olmaları gerekirdi. Gittikleri yerlerdeki basketbol izleyicileri, kazanmalarıyla ya da kaybetmeleriyle pek ilgilenmeden onları izlemeye geliyordu. Bazen istemeden de olsa komik anlara sebep olarak insanları güldürüyorlardı. Örneğin bir keresinde, rakip taraftarın tıklım tıklım doldurduğu bir salonda turnike antrenmanı yaparlarken Duffy potaya doğru topu sürdü ve kendi ayakkabı bağına basıp yere yapıştı. O yerde yuvarlanırken taraftarlar gülmekten kırılıyordu.

Hooks, Haverford'daki işe başka çaresi olmadığından başlamıştı. Nişanlısı yakınlardaki Drexel'daki bir yüksek lisans programına kabul edilmişti. Çıktığı ilk iki maçta Haverford toplam 111 sayı fark yedi. Hooks salondan eve dönerken arabayı nehire doğru sürmeyi düşündü...

Bir takım arkadaşı fısıldayarak bağırdı: "Ayağa kalk!"
Ama ayakkabı bağının Duffy'yle işi bitmemişti. Ayak parmaklarından birine takılan meret, ayağa kalkmasına izin vermiyordu. Bir türlü ayağa kalkamayınca sahayı emekleyerek terk etmek zorunda kalan Duffy, gözden kaybolana kadar seyircinin neşe kaynağı olmaya devam etti.
Tüm bunlar bir yana, belki de asıl sorun Hooks'un bir koç olarak kendini bir türlü geliştiremiyor oluşuydu. Dahası, artık gözünün önündeki şeyleri göremez hale gelmişti. Yıllardır aynı hücumu oynatıyor, neredeyse her pozisyonda two-break setini oynatmak için "İki! İki!" diye avaz avaz bağırıyordu. Ne oynatacağını bilmeyen birileri kaldıysa da birkaç pozisyon sonra işi çözüyordu. Tuhaf tuhaf rotasyonlar yapıyordu. Bir maçta uzunlarından Tim'i pivot pozisyonunda maça başlatmış; ilk çeyrekten sonra çocuğu oyundan almış ve bir daha oynatmamıştı. Acaba yanlış beşle mi çıkmıştı, yoksa çocuğu kenarda mı unutmuştu? Başka bir maçta forvetlerden birinin eli çok sıcaktı. Üst üste üç üçlük bulmuşken Hooks onu hemen oyundan çıkarıp takımı deliye döndürdü. Joey'nin babası Butch Rulewich maçtan sonra bu kararın sebebini sordu. Aldığı cevap, "Çıkma sırası ona gelmişti" oldu.
Hooks, oyuncularını çıldırtsa da hiçbiri adamı sevmemeyi başaramıyordu. Koç olarak delinin teki olsa da temiz kalpli, düzgün bir adamdı.
Tim Ketchum'ın ikinci antrenmanında bayılmasını hatırlıyor musunuz? Hooks oyuncusuna tüm kontrollerini yaptırması için ısrar etmiş, sahalara dönmekte acele etmemesi için onu uyarmış, sonraki aylarda günlük olarak oyuncusunu kontrol etmişti. Ketchum'ın ifadesiyle hayatının korku dolu bir döneminde onun için bir baba figürü haline gelmişti. Hooks'un çılgın maç programıysa bir anlamda oyuncularının yararınaydı. Bir keresinde Greenie memleketine uğrayabilsin diye University of Chicago'yla bir maç ayarlamıştı. Bir yıl sonra Duffy için UCSD'yle bir maç ayarlamayı da başaracaktı.
Hepsinden daha önemlisi; Hooks, Greenie'nin babasının ölümü sırasında bir pırlanta gibi parlamıştı. Greenie'ye kötü haberi verip kendisine havalimanına eşlik etmekle kalmamıştı. Cenaze günü Greenie, ailesinin ve arkadaşlarının arkasında ağır ağır terleyip hüngür hüngür ağlayan iri bir adam gördü. Bu adam yılda kazandığı 35.000 dolarla hayatını devam ettirmeye çalışırken, takıma yeni katılan yedek oyuncularından birinin Chicago'ya gitmesi için uçak biletlerini kendi cebinden ödemişti.
Bu, Hooks'un herkes tarafından bilinmeyen yüzüydü. İflah olmaz optimizminin ve arada sırada yaptığı salaklarının gizlediği tarafıydı. O, bu çocuklara ve basketbol takımına gerçekten değer veriyordu. Ama "Seri" onu da yavaş yavaş yok etmeye başlamıştı.
Haverford'daki bu işi başka çaresi olmadığından kabul etmişti. Nişanlısı, Drexel'daki bir yüksek lisans programına kabul edildiği için çift North Carolina'dan Philadelphia'ya taşınıyordu. Bulabildiği her türlü işe razı olan Hooks metropolitan bölgesindeki 70 küsür okula birden başvurdu. Haverford bu sıralarda ancak rüyalarda bulunabilecek bir antrenör arıyordu. Bu rüya adam; hem basketbol hem lacrosse takımını çalıştırmalı, maaşlı bir asistan talep etmemeli, küçük bir bütçeyle iki takımı da idare edebilmeli ve akademik bir pozisyon beklentisi olmamalıydı. Ha bir de bütün bunları düşük bir maaş karşılığında yapmaya razı olmalıydı.
Hooks'un koçluk kariyerinin ilk iki maçında, Haverford toplam 111 sayı fark yedi. Hooks ikinci maçtan sonra City Line Bulvarı'ndaki tek göz evine dönerken arabasıyla nehire uçmayı düşündü. Bu tür bir utancı tekrar yaşamak zorunda kalmamak için her şeyi yapmaya razıydı. Yıllar sonra Philadelphia Daily News'den bir muhabire söylediği gibi, "Aklı başında bir insan o noktada eşyalarını toplar, kendi yoluna giderdi."
Hooks, elbette bunu yapmadı. Ve o günden sonraki üç yıl boyunca işiyle yatıp işiyle kalktı. Uzun saatler çalıştı. Gündüzleri antrenmana koşup, akşamları Chevy Corsica'sına atlayarak Doğu Pennsylvania'daki okullarda Haverford'a gelmeye bir şekilde ikna edebileceği yeteneklerin peşine düştü. Genelde saat gece 1'den sonra kendini yatağa atabiliyordu. Boş zamanlarında oyuncuları için antrenman metodları, inanılmaz zorlukta plyometri çalışmaları ve ilham verici sözlerle dolu dosyalar hazırlıyordu. Bu dosyalardan John Wooden'ın başarı piramidi de çıkabilirdi, Dante'den alıntılar da, oyuncuları içlerindeki gökkuşağının renklerini göstermeye davet eden şiirler de...
Takımının maça çıkıp (tabii ki) kaybettiği akşamlardan sonra, Hooks eve perişan halde dönerdi. Büyük bir kâseye şekerli mısır gevreğini doldurur, oyuncularının kendisi için aldığı golden retireverı Hoops'la oturma odasındaki koltuğa kurulurdu. İkisi beraber gece geç saatlere kadar ESPN'de basketbol izlerlerdi. Hooks bu oyunun aslında nasıl oynanması gerektiğini unutmamaya çalışıyordu.
Ancak umudunu asla kaybetmedi. Ve 2 Aralık 1991 günü "Seri"nin biteceğinden emindi. Haverford o gün Philadelphia Pharmacy'yle, ismiyle müsemma bir okulun takımıyla oynayacaktı. Karşılarındaki oyuncuların hepsi geleceğin eczacıları olmayı hedefliyordu. Kolaylıkla kazanabilecekleri bir maç gibi gözüküyordu. Tarihi anın geldiğini düşünen bazı yerel kanallar maça muhabir yolladı. Yayın araçları salonun dışında bekliyordu. 150 kişilik bir seyirci grubu da salondaydı.
Hooks bu maç için özel bir konuşma yapması gerektiğinin farkındaydı. Bu yüzden takımı soyunma odasında topladı ve en ateşli, en kararlı ifadesini takındı. Kaderden ve kazanma arzusundan söz etti. İlk kez oyuncuları da onunla beraber coşkuya kapıldı. Ayaklarını yere vurarak soyunma odasını inlettiler. O gün gelmişti! Hooks çılgına dönmüş, terliyor, hoplayıp zıplarken bir yandan da konuşuyordu. "Tamam!" diye gürleyerek büyük çıkışını yapmadan önceki son sözlerini söyledi:
Şimdi kafese kapatılmış ardıç kuşları gibi uçarak sahaya çıkacağız ve onları paramparça edeceğiz!
Hooks cümlesini tamamladıktan sonra soyunma odasından bir hışımla çıktı ve sahaya doğru koşmaya başladı. Oyuncular ise şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Onunla beraber sahaya koşmaları gerekiyordu, galiba. Ama kafalarında öylece cevaplanmayı bekleyen bir soru vardı. Herkesin yanıtını merak ettiği o soruyu Russ sordu: "Kafese kapatılmış ardıç kuşu ne lan?"
Philly Pharmacy maçı 75-62 maçı kazandı. Seri artık 40 maçtı.
Takımda ilk yılını geçirenler hariç herkes bunun ne anlama geldiğini biliyordu: artık iş Gallaudet maçına kalmıştı.
Washington DC'de 1864 yılında kurulan Gallaudet College, 400.000 metrekarelik nefis bir kampüse sahipti. Köklü bir akademik tarihi, 1800 öğrencisi ve zengin bir spor geçmişi vardı. Okulun Amerika'daki duyma engelli öğrenciler için en iyi basketbol programı olduğu konusunda bütün ülke hemfikirdi.
1991'in kış aylarının 1992'ye bağlandığı günlerde, seri rekor seviyelere doğru yaklaşırken; Haverford (fotoğrafta görülen yıldız guardı Jeremy Edwards'ın takıma dönüşünün de etkisiyle) bir yetenek bolluğu yaşıyordu. Maalesef, bu da onlara galibiyetleri getiremedi. Seri 40 maça dayanmış, rekor kitaplarına adlarının yazılmasına ramak kalmışken Gallaudet karşısına çıkacakları maç aradıkları galibiyeti almak için belki de son şanslarıydı.
Haverford College Arşivi
Philly Pharmacy mağlubiyeti Hooks'u herkesten daha fazla etkilemişti. Bitmek bilmez "Seri"yi düşünerek geçen stres dolu uzun saatler evliliğini etkilemeye başlıyor, medyanın yazdıkları onu yiyip bitiriyordu. Daha da kötüsü, fikstürleri giderek zorlaşacaktı. Fords, şimdiye kadar oynadığı hiçbir maçı kazanamayan Gallaudet'i yenemezse 47 maçlık büyük rekora iyice yaklaşacaktı.
Yapılacak tek bir şey vardı. Hooks, pazartesi günü, yani maçtan iki gün önce oyuncularını antrenman sahasında topladı ve savunmada özel bir taktik uygulayacaklarını açıkladı. Bu taktiğin adı run-and-jump tuzağıydı. Rakip guard kendi sahasından topu getirirken topa ilk baskıyı yapan oyuncu onu sahanın yan çizgilerine doğru sürükleyecek, parkenin ters tarafındaki bir savunmacı ise kendi adamını bırakıp saha kenarına sıkıştırılmış rakibe arkadan baskı yaparak topu çalacaktı.
Bu tip bir savunma çoğu zaman oldukça riskli sayılırdı ve ikili iletişim denen basit bir "teknik" sayesinde kolaylıkla çözülebilirdi. Sonuçta, hücum yapan takımdan birinin "ikili sıkıştırma!" diye bağırması sayesinde topu elinde tutan oyuncu bu tuzaktan kolaylıkla kaçabilirdi. Tabii ki bunun için tek bir şey gerekliydi: bu oyuncunun takım arkadaşlarını duyabilmesi.

Maçın oynanacağı 2 Aralık günü doğan güneş, serin bir günü aydınlattı. Saat akşam 7:30 olup hava atışı zamanı geldiğinde sıcaklık 2 dereceydi. Uzun palto ve şapkalar giymiş taraftarlar Fieldhouse'a hücum etti. Uzun zamandır ilk kez gerçek bir heyecan dalgası herkesi sarmıştı. Seyirci sayısı salonun kapasitesini aşıyordu. 1000'den fazla taraftar tribündeydi. Hatta televizyon kameraları bile oradaydı. Herkes galibiyet umuduyla gelmişti. Takım ise gergindi, çünkü bir kısmı aynı gün final sınavlarına girmişti. Okulda ikinci yılını geçiren beysbol oyuncusu ve takımdan bazı isimlerin yakın arkadaşı Thad Levine salonun anonsçusu görevindeydi. Heceleri uzata uzata bağırdı: "QUAKERDOME'AAAAA HOOOOŞ GELDİİİİNİİİİİİİİİZZZZ".
Ardından ilk beşleri anons etti. Haverford'un beşinde Jer, Russ, Duffy, Joey ve Büyük Tim vardı. Rakibin yıldızı ise oyun kurucu Anthony Jones'tu. Jones, 1.72 olmasına rağmen bir Amerikan futbolu takımının savunmasında oynayabilecek kadar yapılıydı. Önceki sezonu Division III sayı krallığı listesinde ilk 10'a girerek bitirmişti.
Koltukların arkasındaki yüksek bir noktada okulda ilk yılını geçiren yedek takım guardı Tom Mulhem video kamerasıyla her anı kaydediyordu. Tribünlerdeki umudun yanı sıra hissedilen korkuyu da fark ediyordu: Fords, Gallaudet'i de yenemezse, "Seri" sonsuza dek sürebilirdi.
Haverford bir maça uzun zaman sonra ilk kez üst üste sayılar bulup öne fırlayarak girdi. İlk yarının ortalarına gelinirken Hooks hamlesini yaptı. Takıma run-and-jump oyununa başlamalarını ve adam adama yerine 2-3 alan savunmasına dönmelerini söyledi. Beklendiği gibi Gallaudet'in guardları neye uğradıklarını şaşırdı ve Haverford üst üste boş turnikeler buldu. Fords daha önce görülmemiş bir skorla, 27-12 öndeydi. Portatif tribünlerdeki öğrenciler adeta çılgına dönmüştü. Haverford, öğrencilerin birbirine destek olduğu bir okuldu. Takımdaki oyuncuların yurt arkadaşları, sevgilileri, öğretmenleri ve lacrosse takımının oyuncuları maçı takip ediyordu. Ve tabii ki bazıları Haverford'un şanına yakışır şekilde yanlarında kitaplarını getirmiş ders çalışıyordu.
Haverford ilk kez maça hızlı girip öne fırladı. Hooks, run-and-jump oyununu ve 2-3 alan savunmasını devreye sokarak öldürücü darbeyi vurmak için harekete geçti. Ama Gallaudet'in yıldız guardı Anthony Jones alev aldı ve devre bitmeden 18 sayı bulup farkı yediye indirdi.
Tam maç kolay bir galibiyete dönüşecekmiş gibi gözükürken, Gallaudet'in yıldızı Jones maça ısındı. Dripling üstünden iki üçlükle 6 sayı buldu. Gallaudet run-and-jump oyununa karşı çözüm bulmak için birkaç değişiklik yaptı. Amerikan futbolunda sıklıkla kullanılan oyun işaretlerini gizlemek için takımı bir araya toplama fikrini icat etmiş okulu basit bir savunma tuzağıyla mağlup edilemezdi. Devre olduğunda fark yediye düşmüştü. Gallaudet'in yıldızı Jones şimdiden 18 sayıya ulaşmıştı.
Fords oyuncuları koşarak itfaiye kırmızısı rengindeki soyunma odalarına gittiler. Hooks orada kendinden geçti, bağırdı, terledi. Run-and-jump işe yarıyordu ama daha iyi olmalıydı. Jones savunmayı perişan ediyordu. Greenie, Koç'un gözlerinde çaresizlikle karışık vahşi bir umut gördü. Kendisi artık rotasyonda olmasa bile, galibiyeti o anda kendisi için olduğu kadar Koç Hooks ve bu takım için de istediğini fark etti. Bu adamın, dedi Greenie kendi kendine, bu galibiyete gerçekten ihtiyacı var.
İkinci yarı başlarken Lila da istatistik masasından maçı takip ediyordu. Artık oyuncuları iyi tanıyordu. Bazılarının yenilgiyi kabullenmekte çok zorlandığını iyi biliyordu. Ama birbirlerini gaza getirmek ve havlu sallamak gibi şeylerde gösterdikleri coşku onu giderek daha çok şaşırtıyordu. Sürekli olarak kaybeden bir takımın kimyası nasıl olur da bundan kötü etkilenmezdi? Skora sevindiğini belli etmemesi gerekiyordu (genelde coşkusunu saklıyordu zaten) ama bu akşam kendisini tutmakta zorlanıyordu.
Ancak dakikalar geçtikçe, sevinilecek şeyler de giderek azaldı. Önce Gallaudet aradaki farkı kapattı. Sonra öne geçti. Lila'nın midesi bulanmaya başladı. Bu yenilgiyi kaldıramazlardı.
Haverford bir şekilde maçın içinde kalmayı başardı. Duffy üst üste iki üçlük gönderdi. İkinci guard Brett Kolpan savunmada Jones'un düzenini bozdu, ardından da rakip potaya çok kritik bir üçlük yolladı. İnanmak zordu ama maçın bitimine bir dakikadan az süre kala Haverford öndeydi.
Doğal olarak, maçı da kolay kazanamadılar. Gallaudet pivotu son saniyelerde iki serbest atışı sayıya çevirip maçı uzatmaya götürdü.
Uzatmalarda bu kez ne mucizevi bir şut oldu ne de dramatik bir final. Hooks o akşam kendini okulun yakınlarındaki Gator's Pub'a atıp birasını yudumlarken o uzatma devresini düşünüyordu. Oyuncularının kullandıkları 16 serbest atıştan 12'sini sokmasını, Kolpan'ın nasıl yaptıysa Jones'u kitlemeyi başarmasını, genç yetenek Jeremy'nin 18 sayıyla yıldızlaşmasını, Duffy'nin bulduğu 17 sayıyla skor yükünü paylaşmasını... Hooks barın ortasında, oracıkta gözyaşlarına boğulmamak için kendini zor tuttu. Yıllar sonra o geceyi şöyle anlatacaktı:
Basketbol tanrıları bile yenilgilerimizden bıktı galiba. Sanki potamızı galibiyeti bize getirmek için korudular.
Seyirciler maçın son 10 saniyesini bağırarak geriye doğru sayarken mutluluktan başları dönüyor, maç saati sıfırlandığında skorbordda Haverford 87 – Gallaudet 82 yazıyordu. İşte o andan itibaren, büyük bir velvele koptu. İki yıla yakın bir dönem devam eden "Seri", nihayet bitmişti. Çılgına dönmüş öğrenciler çığlık çığlığa sahaya akın edip takımı kucakladı. Haverford tarihinde ilk kez, okulun öğrencileri sahaya iniyordu. Kan, ter ve mutluluk içindeki Hooks yerinde duramıyor, bir yandan yumruğunu sallayıp bir yandan coşkuyla gürlüyordu. Hemen yanındaki kamera da bu tarihi anları kaydediyordu. Soyunma odasındaki biri iki şişe şampanya açıp her yana köpük saçtı, duvarları beyaza boyadı, sonra da içkiyi Jer ve Joey'nin başından aşağı boşalttı. Okula gelen televizyonun kamera ekibi, yayın sırasında bu şampanyaları "köpüren elma suyu" olarak tarif edecekti.
Ertesi gün ders olmasına rağmen oyuncuların uyumaya niyeti yoktu. Kutlama yaptılar, akşam 11 ve gece haberlerinde kendilerini tekrar tekrar izlediler.
Sonraki sabah çıkan Philadelphia Inquirer'da Haverford'un zaferi detaylı olarak yer buldu. Hooks, "Seri"nin üzerlerindeki etkisini değerlendirmişti: "Artık biraz ağır olmaya başlamıştı. Böyle bir durumda, her insan kendinden şüphe ederdi."
The Bi-College Newsise manşete maçın skorbordunun fotoğrafını koyup üstüne tek bir kelime yazdı: SONUNDA. Manşetin yanındaki haberin yazarı, Haverford'lu taraftarları, oyuncuları ve koçları serbest bırakılmış rehinelere benzetti. Hooks bu gazeteye verdiği demeçte şöyle demişti: "Bir basketbol programının kaderini değiştirmesi için daha iyi bir maç düşünemiyorum."

John Wooden'ın başarı piramidi der ki süreci sonuçtan daha fazla önemserseniz, sonuç kendiliğinden gelecektir. Ama ya sonuç kendiliğinden gelmezse? Ya her şeye rağmen kaybederseniz? O zaman ne yapmanız, nasıl hissetmeniz gerekir?
2013 yılının karlı bir Aralık günü, vakit öğleden sonra. David Hooks, West Nottigham Academy'nin ana binasının hemen dışında kendisini ziyarete gelen birini karşıladı. Hooks Baltimore'la Philadelphia'nın ortasında taşraya kurulmuş bu küçük yatılı okulda spor direktörlüğü, danışmanlık ve erkek basketbol takımına koçluk yapıyordu ve o gün üzerinde kot pantolonla (soğuk havaya rağmen) kısa kollu, yakalı bronz bir tişört vardı. Tişörtün sağ üst tarafında bir kahve lekesi duruyordu. Hooks her zamanki gibi tezcanlı gözüküyordu. Misafirini ikinci kattaki küçük ofisine çıkardı. Odasındaki eşyalar, bir takımdan diğerine gitmekle geçen koçluk kariyerinin bir özeti gibiydi. Her yanda fotoğraflar, takım armaları ve kitaplar görülüyordu. Arada bir telefonu SportsCenter'ın giriş müziğiyle ciyaklamaya başlıyordu. Önce randevuyu ertelediği için özür diledi. Kar fırtınası içinde evine Noel ağacı götürürken pikabının kontrolünü kaybetmiş, bir telefon direğine çarpmıştı. O yüzden bugün bütün sabahı arabasının tamir işlerini halletmekle geçirmişti.
Ardından, eline bir fincan kahve alıp Haverford'u anlatmaya başladı. Sonunda programın kaderini tersine çevirmeyi başarmıştı. Ama işler iyiye gitmeden evvel biraz daha kötüye gitmişti. Galladuet'i yenmelerinin ardından Kuzeydoğu'da acımasız rakiplerle dolu bir deplasman turuna çıkıp Williams ve Middlebury'yle karşılaşmışlar, Klasik Hooks anlarından birkaçı daha birbirini izlemişti. Örneğin, takımı Basketball Hall of Fame binasına götürdüğü gün basketbol oynadıkları sırada Duffy'nin attığı bir şuta numaradan el gösterirken oyuncusunu sakatlamış, bir ay boyunca basketboldan uzak kalmasına sebep olmuştu. Başka bir maçtan önce takımca alışveriş merkezine giderlerken kaygan çimlerin üzerinden gidip yolu kısaltmaya çalışmış, bu sırada düşüp bileğini kırmış ve ameliyata zar zor yetiştirilmişti.
Hooks'un oyuncu bulma çabaları nihayet sonuç verdi, Chris Guiton ve Jamal Elliott adındaki iki önemli yeteneği Haverford'a gelmeye ikna etti. "Seri"yi sona erdirdikleri sezon 5-19'luk bir derece yaptıktan sonraki sezonları sırasıyla 5-19 ve 11-15'le bitirdiler. 1995-96'daysa 16-13'le playoff seviyesine çıktılar. The Daily News'in manşeti kısa ve özdü: BU GECE HAVERFORD'U PLAYOFF ATEŞİ SARACAK.
Ne yazık ki Hooks bu playoff heyecanını yaşayanlar arasında değildi. Takımı sahaya çıkmadan 9 ay önce Penn'de gönüllü asistan koçluk yapmak için okuldan ayrılmıştı. Yerel gazeteler, ya kovulduğunu ya da istifasının istendiğini söylüyordu. Bugün Haverford'un web sitesindeki basketbol programı tarihi 1983'ten playoff sezonuna atlıyor: "Program sönük geçen bir 10 yılın ardından 1995-96 sezonunda ayağa kalktı." yazıyor. David Hooks ya da "Seri"yle ilgili tek bir kelime bile yok.
Hooks, Penn'de Fran Dunphy yönetiminde çalışıp oyunculara yine kendini sevdirmeyi başardıktan sonra Maryland'de ve New Orleans'da iki farklı lisede çalıştı. Yıllar birbirini kovaladı. İki çocuğu Kristen ve Jordan önce anaokula başladılar, sonra ortaokula ve ilerisine geçtiler. Çok sevdiği golden retrieverı Hoops öldü. Boşandı. Beauregard adında yeni bir golden aldı. Yeniden evlendi. Hâlâ koçluk yapıyor ve hâlâ işini çok seviyor.
Chris Ballard
Artık Maryland'deki West Nottingham High'ın spor direktörlüğünü ve erkek basketbol koçluğunu yapan 57 yaşındaki Hooks, hâlâ bir gün Division I'da koçluk yapacağı günlerin hayalini kuruyor. Her zamanki gibi hevesli, her zamanki gibi optimist.
O öğleden sonra West Nottingham takımına antrenman yaptırdı.
Oyuncularının çoğu yabancı öğrenciler. Bazıları basketbolun tüm kurallarını biliyormuş gibi bile gözükmüyor. Hooks yine de yolundan dönmüyor. Oyuncularının ayak tabanlarını yakan antrenmanları ve salonu inleten haykırışlarını sürdürüyor.
Hooks'u tanıyanlarla konuşursanız, buna hiç şaşırmadıklarını göreceksiniz. Haverford'da asistanlık yapan Kevin Small oradaki döneminin ardından Ursinus adlı bir okulun koçu olmuş. Eski çalışma arkadaşı, Hooks için "türünün son örneği" diyor ve sözlerine şöyle devam ediyor:
Artık koçların birçoğu kendisini düşünerek hareket ediyor, kendilerini pazarlamaya çalışıyorlar. Hooks takımını umursardı. O, Sisifos gibiydi. Her zaman dev bir kayayı yokuş yukarı itmeye çalışır, kaya her zaman onun üstüne yuvarlanırdı. Ama o öyle bir adamdı ki aldırmadan itmeye devam ederdi.
Ya da, takımın yedek oyun kurucusu Nick'in dediği gibi: "Kendisine uygun olmayan bir işe bu kadar büyük tutku ve coşkuyla bağlı başka bir insan görmedim."
Şimdi, antrenmandan sonra karşımda oturmuş Maryland'deki sıkış tıkış bir ofiste bana hayat felsefesini açıklamaya çalışıyor. The Bridge Builder adlı bir şiirden söz ediyor. Şiir, henüz oraya gelmemiş insanlar için bir köprü inşa eden yaşlı bir adamla ilgili. Son olarak, bir anektod anlatıyor.
Önceki gece o ve eşi Armageddon filmini "belki de 20'nci kez izlemek için" koltuklarına yerleşmişler. Eşi neden bu filmi tekrar tekrar izlemek istediğini anlamadığını söylemiş. "O filmi tekrar tekrar izlememin sebebi, o uzay gemisinde olmak istemem" demiş Hooks: "Ben, dünyayı kurtaran o adamlardan biri olmak istiyorum."
Karısı anlamamış. Bu kez de şöyle sormuş: "Ama aileni dünyada bırakıp gitmeyi neden istiyorsun ki?"
"Çünkü" demiş Hooks, "gitmezsem zaten dünya diye bir yer olmayacak."
Chris Ballard
Bu kış 25'inci yaşına girecek "Seri", Haverford'un eski oyuncularını bugün bile bir arada tutuyor. Seri kadrosunun üyeleri Ocak ayında, kampüste bir araya geldiler ve yaşadıkları tecrübelerin hayatlarına yol açtığı beklendik ve beklenmedik değişiklikleri konuştular. Soldan sağa: Dan Greenstone, Jon Fetterolf, Duffy Ballard, Tim Ketchum, Thad Levine, Jeremy Edwards, Gabe O'Malley ve Nick Cirignano.
Bir hikaye mi yazmak istiyorsunuz? "Seri"den daha iyi bir konu bulamazsınız.
Bu kış "Seri"nin başlangıcının 25'inci yıldönümü olacak. Geçen yıllar içinde Fords'un tarih kitaplarındaki yeri giderek aşağılara doğru kaydı. Rutgers-Camden 90'ların ortasında üst üste 117 maç kaybetmeyi başardı. Art arda 40 maç kaybetmek artık o kadar da kötü gözükmüyor.
Ancak "Seri"nin anısı oyuncuları bir araya getirmeye devam ediyor. Bu Ocak ayında bir haftasonu ülkenin dört bir yanından gelen avukatlar, doktorlar, profesörler; Chicago'dan, Texas'dan, California'dan, D.C'den, Boston'dan, Indiana'dan yola çıkıp Haverford'da toplandılar. Bazısı Brooking Enstitüsü'nde, bazısı Dışişleri Bakanlığı'nda çalışıyor. Birçoğu sporla ilgili işlere başlamış. Joey, New Jersey'de başarılı bir lise koçu olarak hayatına devam ediyor. Russ Coward bu yıl Westford Academy'de kadın takımıyla beraber eyalet finaline çıkmış. Seri kadrolarının müzmin yedeklerinden Dave Danzig, Almanya'da Dirk Nowitzki'nin eski takımı Würzburg Buckets'da asistan koçluk yapıyor. Jeremy, Washington'da SportsChallenge Leadership Academy adlı kar amacı gütmeyen bir eğitim kurumu kurmuş. O ve beysbol takımı Texas Rangers'ın genel menajer yardımcılığını yapan Thad kısa süre önce spordan erken emekliliğini açıklayan Chris Ray'e yardımcı olmak için iş birliği yapmışlar.
Eski dostlar o haftasonu boyunca oyunculuk dönemlerine geri döndüler. Yağdan vıcık vıcık peynirli biftekli sandviç yedikten sonra ucuz biralar içip eskiden takıldıkları yerlerde birer sigara yaktılar. Ve bir cumartesi öğleden sonrası Haverford'un yeni yapılan muhteşem spor salonuna uğradılar. Konferansındaki takımlara karşı 1-6'lık dereceye sahip Fords, 150'ye yakın taraftarının önünde Dickinson College'ı ağırlıyordu. Dickinson'ın üç rotasyon oyuncusunun Haverford'un tek "uzunu" 1.95'lik Brett Cohen'den daha uzun olması eski günleri akla getirdi. Fords'un ilk beşindeki üç guard da 1.80'in altındaydı. Maçın başında önemli bir farkla geri düşmelerinin ardından farkı kapatıp geri döndüler normal sürenin sonunda maçı uzatmak için son bir şans ellerine geçse de Cohen'in üçlüğü potanın içinde bir tur atıp dışarı çıktı. Tıpkı Joey'nin Vassar potasına gönderdiği üçlük gibi...
Çeyrek asrın ardından her oyuncu "Seri"yi farklı bir biçimde hazmetmiş. Tim ve Russ olayı bulundukları ortamı ısıtan bir hikaye olarak kullanıyorlar. İnsanları güldürecek, kendilerini olumlu bir şekilde yansıtacak (Ben kolej basketbolu oynadım,) ve kendileriyle dalga geçen yanlarını gösterecek (ama harbiden berbat takımdık be abi!) bir hikaye olduğunu biliyorlar.

Bir açıdan baktığınızda Fords'un eski oyuncularının eskiden yapılan hataları düzeltmek için uğraştıklarını söyleyebilirsiniz. Aralarından bu kadar çok basketbol koçunun çıkması, çocukları kendileri birer oyuncuyken hayal ettikleri antrenman standardına çıkarmak istemeleriyle açıklanabilir.

Bazıları ise hala böyle bir şey yaşamış olmanın yükünü taşımaya çalışıyor. Gabe, üstünden bu kadar vakit geçmiş olmasına rağmen hayal kırıklığını gizleyemiyor. Takımının yenilmiş olmasının, kolej hayatı boyunca hiçbir zaman yüzde 50 galibiyet oranının üstüne çıkamamalarının ve ancak kolej bittikten sonra kendini geliştirebilmiş olmasının hayal kırıklığını gizleyemiyor. Ve yalnız da değil. Gabe de Jeremy gibi Galler'de profesyonel basketbol oynayarak kariyerine devam etmiş. Duffy hâlâ Bay Area'daki üst seviye turnuvalarda ve liglerde sahaya çıkıyor. Fords tüm bunların tesadüfen meydana gelmiş bir olaylar dizisi olup olmadığını, bugün hâlâ beraber oynamak için bir araya gelmelerinin kendilerini kanıtlamak için nafile bir çaba olup olmadığını merak ediyor.
Tabii, bir de Greenie var. Kardeşi Mike, planladığı gibi tanınmış bir ekonomist oldu: Barack Obama'nın başkanlık ofisine çıktığı ilk yılda Ekonomi Danışmanları Konsülü'nde görev yaptı. Greenie ne mi yaptı? Chicago'ya taşınıp tarih öğretmeni, hem de ödüller kazanan bir tarih öğretmeni oldu. Beş yıl önce ilk romanını yayımladı. Kitabının bir yerinde Gallaudet maçına benzer şekilde duyma engelli öğrencilere karşı oynayan bir basketbol takımı vardı. Aktör Ed Burns iki yıl önce o romanın yayın haklarını satın aldı. Greenie senaryo üzerinde çalışmayı sürdürüyor. Pek çok yazar gibi o da yaşadığı trajedilerden ilham alıyor.
Bir açıdan bakarsak, pek çok eski Fords oyuncusunun geçmişte yapılan hataları düzeltmek için uğraştığını görüyoruz. Zaten aralarından bu kadar çok basketbol koçu çıkmasını başka türlü açıklamak zor. Çalıştırdıkları çocuklara oyuncuyken mahrum oldukları antrenman standardını yaşatmaya çalışıyorlar. O takımın kaptanı (ve canı en çok yanan adamı) Jeremy bugün sporda verimli liderliğin önemi konusunda ateşli konuşmalar yapıyor. Sanki bu sorunun kökünü kazımaya yemin etmiş gibi gözüküyor.
Tek bir şeyden emin olunabilir: "Seri" hâlâ onları birbirine bağlıyor. Hepsi birbiriyle dikkat çekici şekilde samimi. Jeremy dokuz sağdıcını da Haverford basketbol programının eski üyeleri arasından seçmiş. Diğerleri de takım arkadaşlarıyla düzenli olarak görüşüyor. Geçen yıl Fords'un beş oyuncusu Duffy'nin anne babasının ellinci yıl dönümünde bir araya geldi. Bu pek fazla görülen bir şey değil. Benim gibi, bu çeşit bir spor kardeşliğini tecrübe etmemiş insanlar, durumu hayretle karşılıyor. Greenie babasının vefatından iki yıl sonra, annesinin ani ölümüyle sarsılmış. "Kardeşimle yakın bir ilişkimiz olsa da," diyor "Haverford basketbol takımı benim yeni ailem gibi oldu."
Takımın eski anonsçusu Thad, cumartesi akşamı biralar içilip muhabbet ısınırken ortaya bir soru atıyor:
Başka okullardakiler kendilerini basketbol oyuncuları olarak geliştirip bizi geçiyorlardı, peki biz hayat tecrübesi olarak onları geçebildik mi? Onlar da bir yerlerde oturup, şunda ne kadar kötüydük diyebiliyorlar mıdır? Ben kaybetmemizle, aramızdaki bu ilişkinin birbiriyle alakalı olduğunu düşünmüyorum. Kazanan bir takım olup yine de bu tip bir bağa sahip olabilirdik. Belki de sporda gelişmek için daha çok çaba harcamamız gerekiyordu. Ama gelişseydik, nasıl bir bedel ödeyecektik?
Sonra bir an duruyor. "Bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Tek bildiğim, birbirimize gerçekten çok fazla zaman ayırdık. Bunun için her anlamda üzerimize düşeni yaptık. Hiç kimse bu alanda bizi geçemez."

Bazı şeyler değişir, bazılarıysa hep aynı kalır.
Haverford Serisi'nin muhteşem ekibi, tekrar bir araya geldikleri o haftasonunun ilk gününde okulun kampüsündeki gıcır gıcır yeni salonda birkaç şut atmak için bir araya geldiler. Herkes bileklerine bandaj yapmıştı. Bir yandan paslanmış dizlerini ovuyor, bir yandan da kafalarında kalan saçlarla kel noktaları örtmek için uğraşıyorlardı. Greenie, Nick, Duffy ve Gabe ve diğerleri... Hepsi ağır ağır hareket ediyor, sürekli mızmızlanıyorlardı.
Kısa süre sonra bir grup kolej oyuncusu salona geldi. Genç, uzun ve kıpır kıpırdılar. İyi bir maç için kadrolar uygundu. Hemen bir dörde dört kuruldu. Okulun filintaları, Haverford veteranlarına karşıydı. Fords, bir kez daha, hep beraber sahadaydı.
Maçın sonucunu tahmin edebilirsiniz.
Bildiniz. Onlar kazandı.