Netflix enteresan şeyler yapıyor. Hem televizyon izlemenin kurallarını değiştiriyor, hem de bunu epey kaliteli içerikler üreterek başarıyor. Şirketin CEO’su Reed Hastings’in bildiğimiz anlamda televizyon izleme alışkanlığı 2030’dan önce ölmüş olacak şeklinde ya da minvalinde yaptığı açıklamalar da Netflix’in fundamental bakış açısını özetliyor.
Her neyse, peki bu adamlar ne üretiyor diye baktığımızda karşımıza özellikle diziler konusunda geniş bir yelpaze çıkıyor. Bu dizilerin hangi diziler olduğunu ufak bir Google taramasıyla da bulabileceğiniz için ben esas konuya gelmek istiyorum: BoJack Horseman.
Netflix’in 2014 yazında başlayan animasyon dizisi, türünün hem farklı hem de yaratıcı bir örneği olarak ikinci sezonunu devirmiş durumda. Her bölümde bizi yeni maceraların beklemediği, doğal akışında ilerleyen ve eski bir TV yıldızı olan bir atın Hollywood’da tutunma çabasını anlatan dizi kaliteyi her bölüm yükselten komedi dozuyla da ilgiyi hak ediyor.
Dizinin konusunu biraz daha özetlemek gerekirse: BoJack Horseman, 90’larda çok ünlü olan ama 2000’ler ile birlikte unutulmuş bir TV yıldızıdır. 8 sezon süren dizisinin hâlâ hayranları vardır; fakat BoJack bununla yetinmez ve yeniden ünlü olabilmek için bir anı kitabı yazmaya karar verir. Bu amaçla kendisine bir ghostwriter tutar ve olaylar gelişir. BoJack, alkol ve yalnızlık gibi dertlerden fazla muzdarip olduğu için kitap yazma işi de sürekli sarpa sarar.
Depresif bir atı anlatan animasyon dizisi deyince biraz saçma görünüyor olabilir ama hakikat öyle değil. Sadece eğlence vadeden animasyon fikri rafa kaldırılalı çok oldu. Otomo ya da daha evvelinde “ciddi” Japon mangaları anime türüne gereken ciddiyeti çok zaman önce kazandırmıştı. Sadece bu durumun Amerika’ya seyahati uzun sürdü diyebiliriz.
Dizi ilerledikçe derinliğine indiğimiz hatta çocukluğuna tanık olduğumuz BoJack’in intihar, uyuşturucu ve ilgisiz ebeveynlerle dolu hatıratına tanık oluyoruz. Bir televizyon şovu olsa ömrü ne kadar olurdu tartışılır, ama BoJack Horseman hem iddialı hem de bu iddiasını oldukça yaratıcı bir zemin üzerine kuruyor. Çeşitli hayvan ve insan karakterlerin cirit attığı dizide belirli bir mantık çerçevesinde ilerleyen bir durum yok. Yani “yahu foktan haber spikeri ya da kediden ajans sahibi mi olur?” diye sorabileceğiniz bir dünya yok, çünkü oluyor. Dizinin bazı yerlerinde deneysele varacak ölçüde hamleler olduğunu da ayrıca fark edebiliriz. Örneğin birinci sezonun 11. bölümü belki de animasyon tarihinin görüp görebileceğimiz en depresif ve yaratıcı anlarından bazılarını bünyesinde barındırıyor. Yarı trip, yarı depresyon kafasında, oldukça kaygan bir zeminde ilerleyen ve hiç durmayan bir yağmurun yağdığı bölüm tekrar tekrar izlenmeyi hak ediyor.
BoJack’in referanslarına baktığımızda ise derin bir külliyata dalabiliriz. İnsan vücutlu at başlı karakterler mitolojiden tutun, modern edebiyatın başyapıtlarına kadar birçok eserde karşılaşabileceğimiz bir figür. Örneğin, Milan Kundera’nın Yaşam Başka Yerde romanında şair Jaromil tüm çocukluk çizimlerinde at başlı insanlar yapıp bir anlamda kendi büyüme sancılarının bir prototipini yaratır. Aynı şekilde, BoJack’in de çocukluğu pek iyi geçmemiştir ve yetişkin bir at olarak yaşadığı problemlerin büyük bir kısmının evveliyatı çocukluğuna dayanır. Bu anlamda, birebir etkilenme söz konusu olmasa da metinlerarası bağlamda BoJack Horseman’ı birçok eserle akraba ilan etmek mümkün.
İlk sezon karakterleri tanıma ve BoJack’in çocukluğuna inme çerçevesinde ilerlerken, ikinci sezonda kitap işinin rafa kalkıp bütünüyle karakterlerin bireysel derinliğine odaklanan bölümlerle karşılaştık. Üstelik bu defa yelpaze genişledi ve BoJack dışındaki karakterlerin de ruh hallerini yakından tanıma şansına sahip olduk. Todd, Mr. Peanutbutter ya da Princess Carolyn gibi daha ziyade figüran klasmanına alacağımız karakterlerin bile derinlikli portrelerine şahit olduğumuz yapım her geçen bölüm bir dizi bağlamından uzaklaşıp edebi bir esere dönüşmek gibi enteresan ama harikulade bir şey yapıyor.
Bütün bunlarla beraber, bahsettiğimiz dizinin temelde bir komedi olduğunu da kabul etmeliyiz. Mizahını ne kadar çekici bulursunuz bilinmez ama kurgusu ve yaratıcılığıyla belki de hızlı girdiği bir virajda ilerliyor BoJack Horseman. Bir atın anlatıldığı animasyona böylesine derinlikli yaklaşma çabası ters tepebilir ve ortaya akla zarar bir sonuç da çıkabilirdi. Ama BoJack Horseman’ın yaratıcısı Raphael Bob-Waksberg tüm bu handikapları avantaja çevirmiş görünüyor. Geride kalan iki sezon da bunun apaçık kanıtı.
Öyle sanıyorum bir eserin değerini belirleyen şey yaratıcısının ona yaklaşımıdır. Ortaya çıkan bir karakterin kararsızlık, tutku ya da aşklarına gösterilecek dikkatin sınırsız olması ya da diğer tüm endişelerine rağmen bir yaratıcının asıl meselesinin derinlik olduğunu kavraması o eserin değerini de ortaya koyar. Bu anlamda Waksberg, kendi projesini bütünüyle sahiplenmiş ve ince ayrıntılarına kadar inmiş görünüyor. Bazı “zorlayıcı” bölümlerin izleyici sayısını düşürdüğünün farkında ve çeşitli röportajlarında bu durum hakkında: Bunlar olmak zorunda, o yüzden problem değil. Yaptığımız şeyin herkese göre olmadığını biliyoruz minvalinde açıklamalar yapmayı ihmal etmiyor. Umarız bu taviz vermeyen tavrını önümüzdeki sezon da devam ettirir ve bu yaratıcı seriye bir süre daha tanıklık ederiz.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane