Bir zamanlar FIBA Dünya Şampiyonaları’nda gördüğümüz, ama şahsen Fadi El Khatib’den başka kendi yetiştirdikleri hiçbir profesyonel sporcusunu tanımadığım Lübnan’a gezmeye gittiğimde anlamlı bir sportif tesis görme beklentim yoktu. Tek düşüncem, Beyrut’a giden ve şehri öve öve bitiremeyen insanların gittiği belli yerlerin ötesinde şehrin çok tercih edilmeyen, hatta tehlikeli bulunan kesimlerine inme şansını bulabilmekti.
Beyrutlular’ın sporla pek bir bağı olmadığını anlamak için şehri görmeden, sadece yazdığım ilk cümleye bakmak bile yeterli olur, emin olun. En fazla yakından takip ediyorlar denebilir çünkü birçok evde Almanya, Brezilya, Arjantin ve diğer Dünya Kupası ülkelerinin bayrakları asılıydı. Yoksa benim gördüğüm kadarıyla insanların tek sportif eylemi, şehrin uygun kısımlarında denize girmekten ibaret gibiydi zaten. Beyrut haritasını incelediğinizde şehirde büyük bir boşluk bulamıyorsunuz. Şehrin savaş yorgunu tarihi dokusuyla Hariri sonrası coşan, aşırı liberal ve kapitalist bir yönetim şeklinin ürünü olan ve sayıları giderek artan mega yapılar dip dibeler. Halkın sporu içselleştirememesinin nedenleri gayet bariz aslında (bence cehennem gibi sıcak olması kesinlikle öncelikli sebeplerden biri değil). Ama ben oraya sebep bulmaya değil sadece görmeye gittim ve birçoğunu planlamadan gördüğüm şeyler, oranın gündelik gerçekleri olsa da benim unutmayacağım tecrübeler olarak aklıma kazınan cinstendi.
Örneğin Meryem heykeliyle meşhur Harissa Kilisesi’ne gitmek için uğradığım Jounieh’de tesadüfen gördüğüm, şehrin yegane stadı olan 5000 kişilik Fouad Chehab’ın zemini, suni çim gelmeden önceki Ankara 19 Mayıs Stadı zemininden bile kötüydü, kıraç bir tarladan farksızdı. Lübnan’da futbol sezonu Eylül ayında başlıyor diye çimleri başka bir yere de taşımış olabilirler ama gördüğüm manzara trajikomikti.1 Veya Beyrut’ta dolaşırken karşıma çıkan Hipodrom, yarışlar başlamadığı için ıssız bir durumda bekliyordu. Pist tahmin edileceği üzere topraktı. Yine de park ve bahçeler bakımından fakir olan bu kentte en azından şehrin tüm kargaşa ve gürültüsünden bir nebze kaçıp dinlenme fırsatı vermesi onu gerçek anlamda çölde bir vahadan farksız hale getiriyordu. Ama o kadar bakımsız ve boşverilmiş bir hali vardı ki, ben dinlenirken biraz ötemdeki ağaçlık bölgede tuvalet ihtiyacını gideren dayıyı ne benden başka gören oldu, ne de umursayan… Üstelik Beyrut şehir kültüründe at yarışının önemli bir yer tuttuğu söylenir. Ama içeri girerken kapıdaki görevliler bana hiçbir şey sormadığı gibi ona da sormadılar herhalde.
Bunlara şaşırmalı mıyız? Sokaklarında çocukların top oynamadığı, ya yer bulamadıkları ya da “daha ciddi” dertlerinin olduğu bir ortamda kimseyi suçlayamayız sanırım. Özellikle şehrin güneyindeki fakir Müslüman semtlerinde durum böyle. Nüfusunu genelde Filistinli göçmenlerin oluşturduğu bu bölgede erkek çocukların neredeyse tamamı boncuk atan tabanca ya da tüfeklerle bir nevi ‘çatışmaca’ tarzı bir oyun oynuyor. Önünde sonunda tuzu kuru bir turist olduğunuz bu topraklarda dolaşırken, çocukların başrolde olduğu bir nevi Counter Strike simülasyonundaymış gibi hissetmemek elde değil. Yerler o boncuklarla dolu, boncuklar kriminal laboratuara incelenmeye değil çöpçülerin faraşlarına gitmeyi bekliyor. O boncuklar ileride boş mermi kovanına dönüşecek ve onlar da incelenmeyecek, belki ölenlerin sayısı istatistiklere geçer. Kız çocukların genelde köşe başlarına kurulmuş portatif salıncaklarda sallandığını görünce insan düşünmeden edemiyor: Kızlar daha yükseğe, gökyüzüne ulaşmaya çalışırken erkekler tam tersine yerin altına, kara toprağın altına girmeye, ‘şehit’ olmaya çalışıyor gibiler sanki. Ama yaptıkları yalnızca bu topraklarda doğmuş olmanın kaderine ya da lanetine boyun eğmiş olmaktan başka bir şey değildir belki de.
Stadyumların etraflarında genellikle büyük boşluklar bulunur diye bilirdim. Beyrut’un iki önemli stadı, Belediye ve Camille Chamoun (Cite Sportive) stadyumları, şehrin güney kesiminde ve etrafları büyük ölçüde yakın mesafede binalarla çevrili. Bizim sadece Sabra ve Şatila’sını bildiğimiz, ama başka birçok mahalleyi de içinde barındıran bir bölge burası. Duvarlarda Filistin bayraklarının, Yaser Arafat posterlerinin asılı olduğu yerler… Belki stadlar ilk yapıldıklarında etrafları boştu, sonra mülteciler geldikçe doldu, bilemiyorum. Tek bildiğim, mesela Belediye Stadyumu’na girip şöyle bir göz atabilmeyi bırakın, ön kapısına yaklaşmak bile mümkün değil, çünkü stadın kapısında barikat, polis kontrolü ve de bir panzer 24 saat bekliyor. Zaten az olan spor alanlarından en önemlisi böylece kullanılmaz bir halde kalıyor. Cite Sportive’in bitişiğinde ise Türkiye’deki pazar meydanlarına bile rahmet okutacak cinsten bir pazar var ve tam bir mezbele denebilir bu bölgeye.
Birçok ironinin iç içe görülebileceği Beyrut’ta spora gerçek anlamda uygun nadir yerlerden biri Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin kampüsü olsa gerek. Evet, Steve Kerr’ün babası Malcolm Kerr’ün doğduğu, uzun yıllar akademisyen olarak çalıştığı, rektörlük yaptığı, kimliği belirsiz saldırganlar tarafından ofisinin dışında öldürüldüğü ve bugün mezarının bulunduğu yer burası. Kendine yeten küçük stadında en azından yeşil renkli, suni çimden zemini ve tartan pisti var, ayrıca üniversite personelinin yararlandığı bir kondisyon salonları da mevcut. Bunların hepsi denize nazır. Zaten kampüs hem kuruluş tarihi (1866), hem şehir içindeki konumu, hem ormanlık nefis arazisi, hem de Amerikan olmasıyla Boğaziçi Üniversitesi’nin Hisarüstü Kampüsü’nü fazlasıyla hatırlattı bana. Benden çok daha tuzu kuru Amerikalılar, denize sadece 20-30 metre mesafede koşu bandında koşabiliyorlar. Sadece 4-5 km mesafedeki insanların dertlerinden çok uzakta, diyet programını ya da akşam nereye gideceklerini düşünerek ve Akdeniz’i seyrederek koşuyorlar. Aslında aralarındaki uzaklık 4-5 km değil, Lübnan ile ABD arasındaki uzaklık kadar aşılmaz boyutta diyebiliriz. Beyrut’un sosyokültürel çeşitlilik ve sıkışıklığını en net görebildiğim yer AUB kampüsüydü benim için.
Bütün bu görüntüler, aklıma ister istemez bir başka Akdeniz kıyısındaki kenti, Barcelona’yı getirdi. Spor kültürünün şehre tamamen yayıldığı, genç yaşlı herkesin spora hayatında bir yer verdiği zengin Barcelona’yı tuhaf şeyler hissederek hatırladım. Elbette ki her şehir gibi Barcelona’nın da Beyrut’tan beter yerleri var, elbette ki iki şehrin içinde bulundukları durumlar çok çok farklı. Barcelona’da yaşayan herkes diş macunu reklamlarındaki aileler gibi aşırı mutlu değil. Iñárritu’nun insanın boğazına yumruk gibi oturan Biutiful’unu seyredenler ne söylemek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Söylemek istediğim şu ki, bu topraklarda savaş ve ölüm binlerce yıldır orada. Lübnan bayrağındaki sedir gibi kökleri derinlere, insanların inançlarına, bitmeyecek bir kan davasına uzanıyor, dinlerin birbirine çok yakınlaştığı diğer her yer gibi. Sonu en azından uzunca bir süre gelmeyecek düşmanlıkların, hayatta kalma mücadelesinin başkentinde insanların sporu hayatlarında bir yere koymalarını beklemek abes. Ama Türkiye’de bile fakir gençler, hayatlarını değiştirebilmek için özellikle futbolu bir çıkış yolu olarak görüp futbolculuk hayalleri kurabilme lüksüne sahipken, futbol federasyonu binasının, şehrin merkezi olmayan bir yerinde, bir dişçi muayenehanesinden farksız göründüğü bir ülkede hiçbir çocuk böyle bir hayali kurmaya cesaret edemiyordur…
Şu da bir gerçek, sadece fakir Müslüman semtleri değil, orta ve üst sınıf Hristiyanların semtleri de sporla pek haşır neşir değil gibi. En azından Katolik Maruniler’in çoğunluk olduğu yerlerde veya şehrin geneliyle büyük tezat oluşturan huzurlu yapısıyla, insanı Cihangir’in ara sokaklarındaymış gibi hissettiren Ermeni mahallelerinde sokakta top koşturan çocuğa pek rastlamadım. Ortadoğu’nun Paris’inde hem ‘Ortadoğulular’ hem de ‘Parisliler’ spordan başka şeyler istiyor ve düşlüyor demek ki. Öyle olmasa bu kadar yoğun göç vermezdi herhalde (Lübnan nüfusunun üç katından fazla Lübnan kökenli insanın başka ülkelerde yaşadığı tahmin ediliyor). Beyrut, üzerine çok şey söylenebilecek bir şehir. Lübnan’ın da ülke olarak sporu içselleştiremediği bir gerçek. Ama zaten Beyrut bile terkedilmiş, boş evlerle dolu. Bir gün gelecek ve bütün bu evlerin arazisi, Türkiye’dekilerden hiçbir farkı olmayan inşaat mafyasına kurban verilecek. Yerlerine rezidans dikilecek. Tam bir şantiye halindeki Beyrut’un kuzeyindeki lüks bölgeleri birkaç 10 yıl sonra Dubai’den farksız bir görüntüye kavuşacak. Ama fakir insanların hayatında hiçbir şey değişmeyecek, onlar ölmeye, öldürmeye, herhangi güzel bir şeyi umut edememeye devam edecek, barıştan veya kendilerini kurtarmaktan başka bir şey istemeyecekler. Spor yapamamışlar, sporu sevmemişler, kimin umurunda?
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane