Hayatta yaptığımız şeylerin çoğunu mutlu olmak için yapıyoruz. Sanırım. Bunun sonucunda ise bir başlangıçtan daha fazlasına sahip olamıyoruz. Mesela Raymond Carver zorluklarla geçen hayatını tam da bir düzene oturttuğu sırada yıllardır gereğinden fazla yorduğu akciğeri onu bu hayattan alıp koparmıştı. Belki de tam da mutluluğun başlangıcında olduğunu düşünüyordu. Tam da o başlangıç anından sonra her şeyin yolunda gideceğine inanıyordu. Ama Saatler’de ne diyordu Clarissa Vaughan: Başlangıç sandığım o an mutluluğun ta kendisiydi. Beklentilerimiz ile olmayanlar arasındaki boşluk belki de edebiyat dediğimiz şeyin tanımıdır. Olmasını beklediğimiz, hatta olmaya meyleden ama sonunda müspet bir sonuca ulaşmayan durumlar olmasaydı bütün bir edebiyat tarihinin yarısı çöpe gidebilirdi. Mutluluğun başlangıcı sandığımız anların mutluğun ta kendisi olduğunu ve devam etmeyeceğini biraz da edebiyat sayesinde kabul edilebilir buluyoruz sanırım. Ya da ben saçmalıyorum. O da mümkün. Neyse. Demek istediğim, bugün Raymond Carver öleli tam 26 yıl oldu. Yazdıkları yazabileceklerinin ufak bir küsuratı olan bir adam 26 yıl önce bugün ardında iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar kitap bırakıp buralardan gitti.
Bazı yaşamlarda insanlar hep başarılıdır; ve sanırım bu böyle olduğunda bu büyük bir olaydır. Başka yaşamlarda ise insanlar yapmaya çalıştıkları şeyi başaramazlar, en çok yapmak istedikleri şeyleri, yaşamı destekleyen büyük ya da küçük şeyleri. Bu yaşamlar, başaramayan insanların yaşamları kuşkusuz yazmaya değer şeylerdir. (…) Sanırım karakterlerimin çoğu yaptıkları şeyin bir işe yaramasını istiyorlar. Ama aynı zamanda öylesine bir noktaya ulaşmışlar ki -birçok insan gibi- işlerin öyle olmadığını görüyorlar. Artık hiçbir şey fark etmemektedir. Bir zamanlar önemli olduğunu hatta canını vermeye değer olduğunu düşündükleri şeylerin artık beş paralık değeri kalmamıştır. Çöküşünü izledikleri rahatsız oldukları şey kendi yaşamları olmuştur. İşleri yoluna koymaya çalışırlar ama beceremezler. Ve genellikle, sanırım, bunu bilirler ama yine de ellerinden geleni yapıp devam ederler.
Raymond Carver için her şey genç yaşta evlenmesiyle başladı. Neden evlendiğini bile tam olarak çözememişken peş peşe bir kız ve bir erkek çocuk sahibi olmuş ve henüz yirmili yaşlarının başında ailesini geçindirmek zorunda olan bir baba olmuştu. Raymond Carver, edebiyat ile ilgili ilk girişimini şiir yazarak yaptı. Daha sonra katıldığı yazarlık kursunda John Gardner ile tanışması onu kısa öyküye yöneltti. Neden şiir ya da kısa öykü yazdığının ise çok basit bir açıklaması var: Yaşam koşulları. Çok gençtim. On sekiz yaşında evlendim. Karım daha on yedisindeydi ve hamileydi. Meteliksizdim, çalışmak ve çocuklarıma bakmak zorundaydım. Bunun yanında nasıl yazılması gerektiğini öğrenmek için üniversiteye gitmem gerekiyordu, oysa iki üç yılımı alacak bir şeye başlamam imkânsızdı. Bu yüzden kendimi şiir ve kısa öyküler yazmaya zorluyordum. Masaya geçiyor ve bir oturuşta başlayıp bitirebiliyordum. Carver, öykülerini ancak fırsat bulabildiği anlarda yazabiliyordu. Zira ailesini geçindirmek için uzun süre kapıcılık, kuryelik, garsonluk gibi işlerde çalışmıştı. Yaşamının son yıllarında eserlerinden kazandığı parayla yaşayabilecek duruma gelene kadar da bu böyle sürdü. Akşamları kendime ayırabileceğim tek bir saat bulmam o zamanlar benim en büyük mutluluğumdu, diyordu bir denemesinde.
Raymond Carver’ın öyküleri büyük olayların hatta olayların bile etrafında gezinmez. Sanki her şey olup bitmiştir ve biz bir sonraki aşamaya, olaylardan sonraki durumlara bakarız. Carver’ın karakterleri her zaman için hayatın içindedir. Ve sadece o hayatın içindeki detay sayılabilecek bir durumda, bir kesitte karşımıza çıkarlar: Uzun sürmüş bir evliliğin sonunda alkolizmin yarattığı sorunlar, birbirine karşı hiçbir şey hissetmeyen ama çocukları için evliliklerini sürdüren yoksul ebeveynler, sadece bir kaz avına çıkmak isteyen ama çocukları ağladığı için bu isteklerinden vazgeçmek zorunda kalan babalar.. Hepsi belirli bir hüzün eşliğinde ama sonunda -yukarıdaki alıntıda görülebileceği gibi- hep bir devam duygusuyla hayatlarını sürdüren karakterlerden mürekkep hayatları anlatır Carver. O kadar yalın, hatta basit öyküler yazar ki, ilk bakışta insanda bir yavanlık, yarım kalmışlık duygusu uyandırır. Ama içine girildikçe, o yalınlığın üzerinde epeyi düşünülmüş bir biçimi olduğunu kavrarız. Olan biteni, olabilecek en az kelimeyle anlatan bu minör yapıtlar bir bütünlük içinde bakıldığında ufak çaplı başyapıtlara dönüşürler. Fazladan tek bir sözcük bile kullanma diyen ve ustası sayıp yazı masasının üstünde fotoğrafını asla eksik etmediği Çehov’un etkisi de yadsınamaz Carver’ın öykülerinde. Bütün bir edebiyatı bir anlamda Çehov’a yaklaşma/yakınlaşma arzusudur. Ve öyle sanıyorum bunu bir ölçüde başarmıştır.
Carver’ın öykülerinde ritmi sağlayan şey diyaloglardır. Bu ritim sürüklenen bir toprak parçasının ritmi gibidir. Sonunda nereye ulaşacağı belli olmayan, bir anda kesilebilen ve kesin bir sonuca bağlanmayan bu diyaloglarda “küçük kesiklerin” yarattığı bir boşluk mevcuttur. Yani sizin benim ya da başkalarının hayatlarındaki boşluklar Carver’ın kelimelerinde somutlaşmıştır. Ve bunu da göstermekten ziyade sezdirmek gibi bir yol seçer ki, Carver hakkında bu kadar yazmak istememi sağlayan şey de tam olarak budur. Bu sezginin işleyişini tam olarak açıklayamam. Ama mesela Aşk Konuştuğumuzda Ne Konuşuruz? adlı öyküde bir diyalog sırasında sadece bir anı olarak anlatılan, hastanede boynu incindiği için kırk yıllık eşine dönüp bakamayan yaşlı adamın öyküye kattığı o bir anlık boşluğu ya da Banyo adlı öyküde, öykünün kahramanı olan çocuk komadayken çok önce sipariş edilmiş bir doğum günü pastasını ölmek üzere olan çocuğun ailesine ulaştırmak için sürekli telefon eden adamın öykünün ufacık ama hayati bir noktasında yarattığı boşluk duygusunu örnek olarak verebilirim. Tabii bunlar benim çıkarımlarım ya da anlamayı istediğim şekillerim. Her okuyucuda başka bir düşünce yahut sezgi oluşması olası ve doğaldır.
Raymond Carver’ın Amerikan Kirli Gerçekçilik akımına dâhil olduğu söylenir. Bu akımın yazarları genel olarak hayatın kıyısında köşesinde kalmış, geçim derdinde olan insanları minimal bir biçimde anlatan öykücülerden mürekkeptir. Fakat bu “minimalist” sözcüğü Carver’ı her zaman rahatsız etmiş ve Carver bu tip bir kategoride değerlendirilmekten pek hoşlanmadığını sık sık dile getirmiştir. Aslına bakarsanız akım içinde olduğu söylenen Frederick Barthelme ya da Tobias Wolff gibi yazarlar da bu minimalist lafından ve onun getirisi olan Kirli Gerçekçilik yakıştırmasından pek hazzetmedi. Sadece Vietnam sonrasının yeni kayıp kuşağına bir isim vermeye çabalayan eleştirmenler bu tabiri kullanmaya devam ettiler.
Raymond Carver’a “nasıl yazıyorsunuz?” klişesinden sonra en çok sorulan soru alkol bağımlılığıyla ilgiliydi. Uzun süren tedavi süreçlerinden sonra kurtulduğu alkolizm ile ilgili sorulara cevap verirken de tıpkı öykülerindeki gibi içten ve yalındı: Kuşkusuz içki içmek konusunda (diğer yazarlar arasında) dolaşan bir mitoloji var ama ben buna hiç bulaşmadım. Ben içki içme işinin tam içine girdim. Aşırı miktarda içki içmeye, sanırım, hayatta kendim ve yazdıklarım için, karım ve çocuklarım için olmasını en çok istediğim şeylerin asla olmayacağını fark ettiğim zaman başladım.
Raymond Carver’ın ilk eşinden boşandıktan sonra Tess Gallagher ile yaptığı evlilik beynindeki tümör ve akciğerindeki kanseri öğrenene kadar iyi bir hayat yaşamasını sağlamıştı. Carver’ı önceden dünyanın en mutsuz insanı olarak tanıyan arkadaşları bu evliliğin ardından Carver’da gördükleri değişime inanamıyorlardı. Carver kısa bir süreliğine de olsa mutlu bir adamdı ve yaşarken değilse bile öldüğünde mutlu bir adam olarak ölecekti.
Tess Gallagher, Carver’ın hem dostu hem eleştirmeni hem de hayatının kadını olmuştu. Carver öldükten sonra onunla ilgili anılarını anlatırken şöyle diyordu: Raymond Carver hakkında sezdiğiniz bütün özellikler, yani onun incelikli, doğru ve cömertçe şeyler yapan bir adam olduğu gerçektir –o işte tam böyle bir insandı. Bunları size hikâyenin içinden bir insan olarak söylüyorum. O böyle bir insandı. Ve böyle olmayı oldukça karmaşık bir hayat içinde becermişti. Tess Gallagher, Ateşler’in önsözündeki bu satırların ardından Carver’ın yazdığı son şiiri de paylaşıp kocasına veda ederken, Carver’ın okuyucularıyla vedalaşmasına da vesile olmuştur:
Son Parça
Peki elde ettin mi
bu hayattan istediklerini yine de?
Ettim.
Peki ne istemiştin?
Sevilen biri oldum diyebilmek,
sevildiğimi hissedebilmek yeryüzünde.
Raymond Carver iyi bir adamdı. Sadece onunla ilgili söylenenlerden değil herhangi bir şiirinden yahut öyküsünden de bunu sezebilirsiniz. Hepimiz gibi böyle bir dünyada hatalar yapan ve olan bitene tam olarak ayak uyduramayan bir adamdı. Bu yazı biraz dağınık ve kişisel olduysa bunun nedeni de aynı hatalardır. Çünkü bu yazı -Ulus Baker’in Gilles Deleuze’ün ardından yazdığı gibi- onun anısına değil, onun anısıdır.
Not: Yazıdaki alıntıların büyük bir kısmı Zafer Aracagök’ün çevirdiği Ateşler adlı kitaptan yapılmıştır.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane