Çocukluk itirafıyla başlamak lazım. 2000’lerin başlarında futbol tartışma programlarıyla ilgilenen herkes gibi ben de bir aralar Haşmet Babaoğlu’nun söyleyecek sözleri olduğuna inanıyordum. Eve aldığımız gazetede yazıyordu, izlediğimiz programda konuşuyordu. Daha doğrusu konuşmak istiyordu. Ve tahmin edersiniz, herkesin onu dinlemesini istiyordu. Gerçekten, Haşmet Babaoğlu konuşmaya çalışıyordu.
90 Dakika programını izleyenler bu tipik sahneyi hatırlayacaktır: Hıncal Uluç konuşur, daha fazla konuşur ve biraz daha fazla konuşmadan önce nefeslenmek için birkaç dakika ara verirdi. O anlar Haşmet Babaoğlu için sahneye çıkma zamanıydı. “Bir dakika Hıncal Abi!” diye söze girer, ellerini kollarını sallayarak konuşmaya başlar, o bir dakika içinde kesinlikle kahkaha atan Hıncal Uluç’a zoraki bir şekilde gülümseyip söze devam ederdi. Bir dakika daha, önemli bir şey söyleyeceğim. Şimdi aslında meseleye şuradan bakmak lazım, yeni bir pencere açacağım buraya, çok farklı bir şey söylemek istiyorum, bir saniye Hıncal Abi, reklama mı gidiyoruz, tamam o zaman bitiriyorum, aslında hadiseyi şuradan okumak gerek, yani temelde bizim sorunumuz şuralarda yatıyor ve reklam.
Haşmet Babaoğlu’nun konuşmasını isterdik. En azından cümlesini bitirmesini beklerdik. Bir çocukluk itirafı daha gelsin. Ekran başında gözlerimi dört açıp televizyona pür dikkat baktığımı hatırlıyorum. Zira karşımda sakallarıyla oynayan, futboldan, felsefeden, sanattan konuşmak isteyen bir adam vardı. O söze girişlerini, o bitmeyen ve aslında yakında bir gün bitecekmiş gibi durmayan cümlelerini hiç unutmadım. İçeriği değil ama o sözleri söylediği anlardaki çabalarını hatırlıyorum. Sizin de hatırladığınıza eminim.
Haşmet Babaoğlu konuşmak istiyordu ve buna gerçekten saygı duyuyordum. Ağzını açtıktan sonra yaşanan o büyük bekleyişi affetmeye hazırdım. O konuşsun, konuşabilsin, başı ve sonu belli olan bir cümle kurabilsin, benim için gerisi önemli değildi. Ne yazık ki bu pek sık gerçekleşmiyordu. Ya Hıncal abi sözümüzü kesiyordu ya da reklama gidiyorduk. Kahrolsun kapitalizm!
Daha sonra bu konuşma isteği azaldı ama Haşmet Babaoğlu çeşitli rollerle karşımıza çıkmayı sürdürdü. Popüler aşk hikayeleri anlatmaya kalktı köşesinde, okurken yüreğimizi dağlayan ve 1 saniye sonra unuttuğumuz unutulmaz sözlere imza attı, sanattan bahsetti, bazen Tarkovski’yi konuk etti köşesine, bazen Bergman’ı anlattı. Name dropping’in entelektüellik, uzun uzun düşündükten sonra söze başlamanın filozofluk, pantolona zincir takmanın serseri ruhluluk, Alaçatı’da tatil yapmanın orijinallik sayıldığı bir dünyanın en güzel yüz metrelerini koştu. Bir noktada magazin programlarının prensine dönüştü, hızını alamadı, gazete köşelerinde tartıştığı yazarları Nişantaşı kafelerinde dövmeye kalktı. Zira kendisi en ince duyguların insanıydı ve evet oraya Ahmet Hakan’ı dövmeye gitmişti.
Sonra her şey değişti. Haşmet Babaoğlu da değişti. Yeni Türkiye, Yeni Türkiye diye bağıranların amiral gemisi Sabah’taki köşesinden daha çok siyaset yazmaya başladı. Şair ruhu gitmiş, yerine Engin Ardıç ile Rasim Ozan Kütahyalı arasında gidip gelen, yaptığı alıntılarla hâlâ ince duyguların insanı olduğunu kanıtlamaya çalışan bir adam geldi.
Evet, her şey değişmeye başlamıştı. Yeni Türkiye kurulmaya başlamıştı ve iktidara ne kadar yakın durursanız köşenizin, pardon raf ömrünüzün o kadar uzayacağı yıllar sizi bekliyordu. Eski Türkiye’ye lanet okumanız gerekiyordu, cebinizdeki yakın tarih bilgisi bu role girmeniz için gereken her şeyi saklıyordu. Daha önce ne söylediğinizin bir anlamı yoktu. Cebinizdeki kelimelerin Yeni Türkiye’yi övüp Eski Türkiye’ye lanet okuması yeterliydi. Eninde sonunda ince duyguları (hırs) ve ince hesapları (para) olan herkes bu yola girdi.
Haşmet Babaoğlu da bu role çabuk ısındı. Her yazısını toplu bir nefret kusma seansına çevirdi, üslubunu “Beyaz Türk dövmeye çıktım, geleceğim” modeline oturttu, bir kültürel sınıfın çöktüğünü, artık iktidarın değiştiğini, halkın sözünü dinlettiği yeni bir ülkenin geldiğini anlattı. Gezi Parkı’ndaki gençlerin bilgisizliğinden dem vurdu bir gün, Cehape zihniyetine salladı ertesi gün, akabinde tekrar Gezi Parkı’ndaki gençlerin cahilliğinden söz etti. “Abi hayrola?” diyen herkesi milleti tanımamakla suçladı, sandıkta alınan yenilginin onların sonu olacağını söyledi. Artık bilet de kesmeye başlamıştı.
Yeni Türkiye sakallarıyla oynayan şairden çok şeyler götürmüştü. Okunmayan aşk hikayeleri yazmaktan sıkılmıştı, belki de artık konuşabildiği alanlarda söz söylemek istiyordu. Evet Haşmet Babaoğlu konuşmaya başlamıştı. Bangır bangır bağırıyordu, iktidara yakın durmanın en güzel 1500 metresine gelmişti artık, koşması, karşısındaki insanları aşağılaması ve daha fazla koşması gerekiyordu.
En son, seçimden bir sonraki gün köşesinde çıkan yazısında şu ifadeleri kullanmıştı: “Bu bahar “uzun sürmüş bir hikâye“nin sonu olacak. Daha doğrusu… Kendini kültürlü seçkinler sanan zil zurna cahil bir kesimin tarih sahnesinden çekiliş sürecinin başlangıcı olacak. Başkalarına durmadan “aptal” demenin kendisini “akıllı” yapacağına inanan zavallılar hakikatle yüzleşecek. Sancılı olacak, epey hırpalayacak bizi ama hem memleket hem de onlar için hayırlı bir süreç. Nihayet bu dönüm noktasına gelmemizi sevinçle karşılamak gerek.”
Evet, Haşmet Babaoğlu artık konuşuyordu. Buna sevinmeliydik. Yıllar boyu süren bekleyişten, uğruna kaç 90 dakika harcadığımız o zorlu zamanlardan sonra konuşmaya başlamıştı. Ve karşılaştığımız insan bizi bir kez daha çocukluğumuza götürüyordu. İlkokula dönmüştük. Karşımızda dil çıkaran bir sınıf arkadaşımız vardı. Bize doğru parmak sallıyor, “Benim babam senin babanı döver tamam mı?” diyordu. Derse gittiğimizde öğretmenin “İleride ne olacaksınız?” sorusuna ise iddialı cevaplar veriyordu.
Ah yoksa tanımıyor musunuz o çocuğu? Tanıştırayım, kendisi 2-C sınıfından Haşmet, arkadaşları ona feylesof diyor.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane