Allen Iverson emekli oluyor. İki yıldır basketbol oynamayan, ismi artık daha çok parasal sıkıntılarla ve aile problemleriyle anılan, düşüşünü en gerçek hâliyle Beşiktaş semalarında gözlerimizin önünde yaşayan bir adam olmasına rağmen bu sıradan bir haber değil. Bugüne kadar başrolünde olduğu bütün konular gibi bu da sıradan değil. Bu, yani emekliliği.
Konuşulacak çok şey var. Şöhreti her zaman basketbolun dışına taşan, bazen sporun kendisinden de büyük olan bir adam olduğu için emekliliğine her açıdan yaklaşmak olası. 80’lerle birlikte iyileşen ama Iverson lige adım attığında hâlâ sorun olan siyah atletlerin NBA’deki yeri, kavgalarla dolu hayat hikâyesinin sadece bir tarafı. Hip-hop kültürünü lige taşıyan adam olarak nâm salması başka bir tarafı. Saçı, kıyafetleri, dövmeleri, rakipleriyle söz dalaşı, kavgaları başka tarafları.
İtiraf edeyim, ben her zaman öfkeli Allen Iverson’la ilgilendim. Gözlerinin içine yansıyan bu öfkenin kaynağına bakmaya çalıştım. Belki anlarım, belki bulurum diye. Yanıtları çok uzakta değildi, hemen hepimizin çocukken okuduğu basketbol dergilerinde, özel sayılarda, belgesellerde, televizyon programlarında anlatılan hayat öyküsünde saklıydı halbuki. Zor çocukluğu, annesi ile onu küçük yaşta ortada bırakan babası, büyüdüğü sorunlu mahalleler vardı o öfkede. Bir kaçış imkânı olarak ufukta beliren spor vardı. Lisede karıştığı ve hapse girmesine neden olan kavgadan, hakkındaki suçlamalara; aldığı ırkçı eleştirilerden, onu sürekli bir kaba sığdırmaya, kontrol etmeye çalışan otoritelere kadar herkes o gözlerin içindeydi. O öfke gerçekti ve bunu kilometrelerce ötedeki bir televizyon ekranından bile hissetmeniz mümkündü.
Bu öfke hiç dinmedi. Allen Iverson yetenekli ama takımı iyi yönetemeyen bir yıldız olarak görüldüğü yıllarda da bu öfkeye sahipti. Takas edilme ihtimalleri varken de değişiklik yoktu. 2001’de Larry Brown yönetiminde NBA Finalleri’ne yürürken ve finaller tarihinin en unutulmaz maçlarından birini oynarken de o öfke yerli yerindeydi. Sonra her şey düşüşe geçti, kariyeri, ailesi, takımı. Başarısızlık tanıdık bir kelime olmuştu ve artık ayrıcalıklı statüsünü kaybetmişti. Öfke yine oradaydı. Kazandığı zaman da kaybettiği zaman da onunla birlikte kaldı.
Peki neden? Zenginlik, ün, zaferler bir şekilde yatıştırır diye düşünürüz öyle değil mi? Sonraları, aslında işin pek böyle olmadığını anlarız. Şansıma, o zamanlar tanıştığım bir bisiklet yazarı beni başka bir kapıdan içeri sokmuştu. Fransız yazar Philippe Brunel ve 50’li yılların isyânkar bisikletçisi Charly Gaul üzerine kurduğu şu satırlardı, o kapıyı açan:
“50’li yıllarda Charly Gaul sadece rakipleriyle mücadele etmiyor, kasvetli hayaletlere, geldiği topraklara, yetişme çağlarına karşı da meydan okuyordu. Yeni ufuklara doğru yelken açarken, doğduğu büyüdüğü yer olan Lüksemburg’da kalmış olmayı seçse yaşayacağı renksiz hayatla da yarışıyordu.”
İki isim arasında çok büyük farklar vardı. Lüksemburglu Gaul, Virginia’dan çıkan AI’ın çektiği zorlukların çoğunun yanından bile geçmemişti belki ama ikisini hayaletlerle savaşırken düşünmeyi seçmiştim bir kere. Kazandığı ve kaybettiği herhangi bir şey Iverson’ı sakinleştirmiyordu ve bir noktada aslında onun için sorunun tek bir kişi olmadığını anlıyordunuz. Bir kağıda yazsa savaşması gereken yüzlerce rakip bulabilirdi belki fakat bazen ona içindeki hayaletler yetiyordu. Onlarla savaşmak yeterince zordu zaten. Çıktığı delikte kalmış olmayı seçse yaşayacağı hayatı biliyordu. Bir yandan yeni ufuklara yelken açarken o hayaletler ve o hayatlar peşinden geliyordu.
Şimdilerde farklı bir şekilde tartışılıyor Iverson. Basketbolu bıraktığı çağ, basketbola başladığı çağdan bir hayli farklı. NBA değişti, bu oyuna yaklaşımlar farklılaştı. Süper yıldızlara bundan 15 yıl önce bakıldığından daha değişik bakılıyor. Bilimsellik, NBA yazınının temelini sarsmaya başladı ve artık basketbol konuşan herkes reçeteye hangi ilaçları yazdığı anlaşılmayan bir doktor gibi bazı kavramlardan, oyun planlarından, rakamlardan bahsetmek zorunda. Verimlilik fetişi dört yanı sarmış durumda ve herkes yararlıyı, zararlıyı bulmaya gayret ediyor.
Bu yaklaşım her zaman Allen Iverson’ın NBA tarihindeki yerini tartıştı. Aslında 2006 yılında üç Amerikalı yazar tarafından kaleme alınan “The Wages of Wins” kitabı tartışmayı körüklüyordu. O yıllar hâlâ basketboldaki istatistik devriminin emekleme çağıydı ve eski usul bakış hakimiyetini sürdürüyordu. David Berri, Martin Schmidt ve Stacey Brook spora dair bilinen bazı mitlere değiniyor, basketbol özelinde de Allen Iverson’ı konu alıyorlardı.
Üç yazarın ortak kanısı Philadelphia 76ers formasıyla NBA Finali görmüş, En Değerli Oyuncu Ödülleri kazanmış, ligin yıllarca en skorer oyuncusu olan Iverson’ın verimlilik anlamında ligin orta sıralarında yer alacak kalibrede bir adam olduğunu kanıtlamaktı. Bir basketbol oyuncusunun gerçek değerini, takımına yaptığı gerçek katkıyı gösteren bir algoritma yaratmışlardı ve bu mantık çerçevesinde Iverson’ın oyununa eleştiriler getiriyorlardı. Kitaba göre NBA’deki sayı odaklı sistem oyuncuların performanslarının yanlış değerlendirilmesine yol açıyor, takımların kazanma ve kaybetmelerinin arkasında yatan mantığı kaçırmalarına neden oluyordu. Kitabı New Yorker için eleştiren ve üçlünün sunduğu fikirlerin çoğuna katıldığını gösteren ünlü yazar Malcolm Gladwell, çok basit bir teşhis koyuyordu: İş atletik yeteneklere geldiğinde gözlerinize çok fazla inanmayın.1
Allen Iverson’ın bu bakış açısı tarafından çok eleştirilmesinin sebebi topa tümüyle hükmetmesi, hücumların tamamına yakınında sadece kendine oynaması ve top kaybı rakamlarının yüksekliğiydi. En iyi dönemlerinde başka skorerlerle yan yana oynayamaması eleştiriliyordu. Bütün bunlar elbette anlaşılır. Dışarıdan bakan bir gözün bunlara takılması, eleştirmesi de çok doğal. Bilhassa NBA’in girdiği yeni yolda takımların, genel menajerlerin, her geçen gün daha önemli görevlere getirilen istatistik uzmanlarının artık bu tip bir yıldız istemedikleri de aşikâr.
Yine de bütün bunlar bir şeyi anlamaya yetmiyor. Bazen rakamlarınız, bazen çizdiğiniz oyunlar, teşhis ettiğiniz yanlışlar, gösterdiğiniz yeni doğrular kimsenin umurunda değil. Bu oyunu izleyen insanlar çoğu zaman bu oyunu anlamaya çalıştıkları için izlemediler bile. Allen Iverson gibiler buralarda olduğu için izlediler. Sahaya çıktığı andan parkeyi terk ettiği zamana kadar ona 1 saniye bile olsun bakmak için televizyonlarını açtılar. Kimsenin görmediği deliklerden girip, kısa boyuna rağmen kimsenin yapamadıklarını yaptığı için seyrettiler. Bazen kaç şut kaçırdığının, kaç top kaybı yaptığının, kaç arkadaşını küstürdüğünün ve takımının ritminin bozduğunun önemi olmadı. Top ondaydı ve bu çoğu zaman yeterliydi. Son dakikaya giriyorduk. Ne maçı olduğu önemli değil. 76ers geri dönüyordu ve son top Iverson’ın ellerinde olacak. Basket ya da değil. Orada sihirli bir şey olabilir. Orada yıllar sonra bile aklınızdan çıkaramayacağınız bir an yaklaşıyor olabilir. İhtimaller denizinde 24 saniye.
Bu anlardan çok bıraktı bize. 2001 sezonu başlıbaşına bir peri masalıydı ve o yıllarda yeni NBA tutkunu olmuş benim gibi birçok insanın hayatını değiştirmişti. Mesela Philadelphia 76ers ile Los Angeles Lakers arasındaki final serisinde ikinci maçta neler olduğunu pek iyi hatırlamıyorum. Üçüncü maçı da. Hafızamı zorlarsam belki dördüncü ya da beşinci maça dair bir şeyler bulabilirim. Fakat o serideki ilk maçı hiçbir zaman unutmayacağım. Her şeyi unutsam bile bir an aklımdan çıkmayacak. Allen Iverson en kritik şutu sokuyor ve takımını galibiyete taşıyor. Staples Center burası. Herkes sessiz. Şut giriyor ve Iverson, onu savunmaya çalışan Tyronn Lue’ye bakış atıyor. Bu kareyi hepinizin ezbere bildiğinden eminim. Hayatlarımızın fotoğraflarından. Sonra Lakers dört maç arka arkaya kazandı ve şampiyon oldu. Yüzük onlarda, bu fotoğraf bende kaldı.
O gün Iverson’ın kaç sayı attığını bilmiyorum. Kaç şut kaçırdığını, takım arkadaşlarıyla iyi anlaşıp anlaşmadığını hatırlamıyorum. Fakat bu anı hatırlıyorum. O bakış, yere düşen Lue’ya çevirdiği o gözler sanki dün gibi karşımda. Bu bir şey anlatıyor olmalı. Hepimiz bir yerlere koşuyoruz ve basketbolseverler artık muhasebeci, matematikçi, yönetici, koç, idari menajer gibi davranıyorlar. Burada yanlış bir şey yok. Hayatta tek bir doğru yok ve herkes bir şekilde ilerlemeye çalışıyor. Yaşadığımız şu çağda ne yapacağımızı bilemediğimiz bütün bu bilgi yığınıyla kendimize yeni roller biçmeye çalışıyoruz.
Ben de kendi yolumu arıyorum. Fakat bir an, bir saniye geri çekilip bütün olan bitene baktığımda aklıma gelen ilk şeyler bu fotoğraflar oluyor. Bir müze gibi benim için burası. Masumiyet Müzesi. Şurada 2001 NBA Finalleri var. Onu baş köşeye yerleştirin. 2001 NBA All-Star maçını da unutmayın. Hani Doğu Konferansı’nın dördüncü çeyrekte geri dönüp aldığı efsane maç. Stephon Marbury de müthiş bir oyun oynamıştı. Yanlarına Slam dergisinin Mart 99’daki unutulmaz kapağını koyun. Hâlâ daha ikonik bir kapak yapılmadı.
Bu üçlü özel bir odada olsun. Bütün başarılarının, ödüllerinin, formalarının, kıyafetlerinin olduğu ayrı bölmeler yaparız ama bu oda kendi başına kalsın. Bir final, bir maç, bir dergi kapağı. Böyle güzel oldu fakat bir şeyler daha ekleyelim. Mesela müzik olsun. Odaya girdiğimiz anda bir gürültü karşılasın bizi. Onu da buralardan seçelim. 2004 Atina Olimpiyat Oyunları öncesi İstanbul’da iki kez karşılaşan ABD ile Türkiye’nin ilk maçından bir ses kaydı bulalım ve onu yerleştirelim müzeye. Ses derken neden bahsediyorum? Allen Iverson ısınmak için sahaya çıktığında tribünlerden yükselen o gürültüden, bağırıştan, çağırıştan. O gün orada olanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. O an, bir saniyeliğine yükselen sesin benzerine hiçbir yerde rastlamadım. Ne başka bir maçta, ne bir siyasi mitingde, ne bir protestoda. Lütfen, odaya girenleri bu ses karşılasın.
Benim Allen Iverson hikâyelerim bunlar. Onunla kişisel bir bağ kuran herkes gibi sayfalarca yazabilirim ama şunu da biliyorum. Tuhaf zamanlardayız. Hayatlarımız kritik bir eşikten geçiyor. Kafamızı çevirdiğimiz her noktada kötü haber var ve herkesin omuzlarındaki yük gün geçtikte ağırlaşıyor. Böyle bir ortamda bir zamanlar hayatımıza dokunan bir basketbolcu hakkında hafif duygusal, hafif kişisel bir şekilde yazmak her zamankinden zor. Fakat bir şekilde buradayız işte. Allen Iverson emekli oluyor ve hepimiz kendi hayaletlerimizle savaşıyoruz.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane