Bir efsaneye göre annesi, Buda doğmadan önce bir rüya görür. Rüyasında beyaz bir fil ona Lotus çiçeği getirmektedir. Bunun Buda’nın doğumunu müjdelediği düşünülür ve beyaz fil bu nedenle çoğunluğu Budist olan Siam (şimdiki Tayland) Krallığı’nda kutsal kabul edilir. Filler bu krallıkta yük taşıma, inşaat, savaş gibi birçok alanda kullanılmasına rağmen, beyaz filler bu işlerde kullanılamaz. Kutsal sayılan beyaz filin krallığa veya bulunduğu haneye barış ve varlık getireceğine, adil ve güçlü yapacağına inanılır. Bu nedenle bu filin bakımı için gereken bütün masraflar koşulsuz göze alınır hatta bazen abartılır. Yine rivayete göre Siam Kralı sevdiği asillere, kraliyet yönetimine mensup önemli kişilere beyaz fil hediye eder. İşin ilginç tarafı aynı hediyeyi sevmediği kişilere de verir. Fakat kral tarafından sevilen asiller hediyeyle birlikte beyaz fili besleyebilecek maddi desteği de alırken sevilmeyenler hiçbir işte kullanamadıkları, manevi değerinden başka hiçbir artısı olmayan kutsal beyaz fille baş başa kalırlar. Filin bakımı çok masraflıdır, zamanla sahibinin bütün kaynaklarını tüketmeye başlar ve onun sonunu hazırlar. Kralın kutsal hediyesine bakamayan kişi toplum gözünde itibarsızlaşırken aynı zamanda maddi açıdan da çöker.1
“Beyaz Fil” zaman içinde bir deyim halini almış ve bakımı çok masraflı ama hiçbir işe yaramayan hediyeleri tanımlamak için kullanılmıştır. Şehirlerdeki görkemli, son teknolojiyle yapılmış fakat işletme maliyeti, getirdiği yararlardan çok daha fazla olan yapılar da bu isimle anılmaya başlanmıştır.
Güney Afrika’da Dünya Kupası için inşa edilen Cape Town Stadyumu2 da el ayak çekildikten sonra ülke halkına kalan beyaz fillerden birisi. Fakir mahalleler arasında bulunan eski stadyumun yerine değil de şehrin en güzel yerlerinden birine yapılan bu stadyumun yıllık bakım masrafı 5 milyon doların üstünde. Ajax Cape Town futbol takımı maçlarını burada %10’dan düşük doluluk oranıyla, ortalama 4 bin kişi önünde oynuyor. Bu Cape Town’ı Güney Afrika’da en işlek kullanılan stat yapıyor. 2010 Dünya Kupası için yapılan diğer statları da düşününce, ülkeyi kalkındırması beklenen bu büyük “kutsal” spor organizasyonunun, %31,3’ünün günlük kazancı 2 doların altında olan Güney Afrika halkı üzerine bindirdiği maliyet korkutucu boyutlara ulaşıyor. Bunun yanında hükümet ve FIFA tarafından şişirilen beklentilerin toplum üzerinde yarattığı hayal kırıklığı işin insani yanını da sorgulatıyor. 2010 yılında 7 yaşında olan Sonelisile Sotshangane bu duruma çok belirgin bir örnek.
Annesini AIDS yüzünden kaybeden Sonelisile turnuva sırasında tek odalı bir gecekonduda, içme suyu gibi temel ihtiyaçlardan yoksun bir şekilde, abisi ve kız kardeşiyle yaşıyordu. Birçok gece de yatağa aç giriyordu. Onun bu durumu organizasyon komitesinin dikkatini çekiyor, FIFA vadettiği misyona uygun bir şekilde Sonelisile’yi turnuvanın sembollerinden biri olarak seçiyordu. O yaşta büyük zorluklarla mücadele eden bu çocuk, Güney Afrika milli takımının önünde sahaya çıkacak ve böylece bütün dünyaya Güney Afrika’da bu çocuklarla ilgilenildiği gösterilecekti. İşte büyük spor organizasyonlarının gücü buydu! Bu organizasyon sadece sporla ilgili değildi, Sonelisile ve onun gibi birçok çocuk kurtulacaktı. Turnuvadan bir sene sonra, bir gazeteci bu çocuğun akıbetini merak etti.3 Hala tek odalı bir gecekonduda, içme suyu gibi temel ihtiyaçlardan yoksun bir şekilde, abisi ve kız kardeşiyle yaşıyor ve geceleri çoğu zaman yatağa aç gidiyordu. Hayatında hiçbir şey değişmemişti. Abisi Theko Sotshangane, bir sene sonra durumu şöyle özetliyor:
“Bizi aptal yerine koydular. Umarım gelecekteki dünya kupalarında geçen sene yaptıklarını yapmazlar. ”
Onlara yeni bir ev, daha iyi bir hayat sözü verilmişti, onlar da sonunda her şeyin değişeceğini sanmışlardı.
2010 Dünya Kupası organizasyonunun, gelişmekte olan bu ülkede, verebileceği pozitif etkinin çok gerisinde kaldığı hatta zarara sebep olduğu söyleniyor. Bu ülke içindeki bozuk politik yapıya bağlanıp, suç Güney Afrika üzerine atılabilir. Belki de onlara verilen kutsal emanete iyi bakamamışlardır. Fakat çoğunlukla gelişmiş ülkelerde yapılan, Dünya Kupası’na göre çok daha büyük bir organizasyon olan Olimpiyatlar da benzer sorunları yaratıyor. Montreal’de 1976 Olimpiyatları için yapılan stat, 2006 yılına kadar devletin başına bela olmaya devam etti. Bu süre zarfında vergi mükelleflerinin cebinden stat için çıkan para 1,47 milyar dolar oldu. 2004 yılına kadar beyzbol için ev sahipliği yapan bu dev yapı, tam sekiz yıl burada oynayacak bir takım bulunamadıktan sonra, 2012 yılında Montreal Impact futbol takımının birkaç maçı için kullanıldı. Montreal Olimpiyat Stadyumu günümüzde Beyaz Fil denildiğinde akla ilk gelen örneklerden.
2004’te Atina Olimpiyatları’na ev sahipliği yapan Yunanistan da bu organizasyonun bıraktığı mirasla ne yapacağını bilemeyen ülkelerden. Altyapı, tesis, ulaşım gibi Olimpiyat komitesinin katılımı olmayan harcamalar komiteye hazırlanan teklifte 1,6 milyar dolar olarak gösterilmişti. Hesaplar tutmadı ve 2004 yılında Olimpiyat ateşi yanarken bu kalemdeki harcamalar neredeyse 15 milyar dolar olmuştu. Bu 15 milyarla yapılan tesislerin çoğu dokuz yıldır kullanılmıyor.
Olimpiyatların sosyal etkisi de Dünya Kupası’ndan farksız. Bunu anlamak için, dünyanın en gelişmiş mega kentlerinden Londra’da yapılan 2012 Olimpiyatları sonucu 40 senedir oturdukları evlerini kaybetmek üzere olan, kentsel dönüşüm projeleri kurbanı, çoğunluğu alt gelir gruplarından Doğu Londra sakinlerini izlemek yeterli. Orada yaşayanların söyledikleri, Sonelisile’nin abisinin söylediklerinden farksız:
“Bizi aptal yerine koydular.”
Peki birçok zararı olan bu organizasyonlar neden hala yapılıyor, bunların faydası ne? Bu noktada en büyük argüman turizm gelirleri. Fakat bu 1992 Barcelona hariç hiçbir şehir veya ülke için gerçekleşmiş/ispatlanmış değil. Bunun nedenlerinden iki tanesi:5
I) Tatil için normalde burayı seçecek insanların, organizasyonun doğuracağı kalabalık ve kargaşadan çekinerek gelmemeyi tercih etmeleri (crowding out).
II) Organizasyon zamanı ülkeye gelen insanların zaten buraya yakın zamanda gelecek insanlar olması ve zamanı biraz erkene alması (time switching).
Bunun yanında ülkeye gelen insanlardan Olimpiyat Komitesi’ne veya ana sponsorlara bağlı kişiler bütün harcamalarını vergiden muaf olarak yaptıklarından devletin kasasına ekstra bir gelir bırakmıyorlar.
Turizm gelirleri yanında, işsizliğin azalmasında da dev organizasyonların uzun vadede bir etkisi olmuyor, organizasyon gelirleri de hiçbir zaman kar getirecek seviyeye ulaşmıyor.6 Tüm bunların dışında, organizasyon komitesinin sponsorları koruma şartı yüzünden yerel firmalara verilecek zarar, güvenlik harcamaları, yıllarca sürecek inşaatlar yüzünden şantiyeye dönen şehirlerde yaşayan insanların sıkıntıları, yine komiteye yedi sene sonrası için garanti edilmesi gereken döviz kuru ve enflasyon oranlarının doğuracağı baskı gibi birçok yük de ev sahibi devletin ve dolayısıyla vergi mükellefi halkın omuzlarına biniyor.
Soruyu tekrar soralım. Bir ülke neden Olimpiyat düzenlemek ister? Cevabı 2020’ye İstanbul’la aday olan Türkiye’nin spor bakanı bir röportajında çok net veriyor.
“2020’de ev sahipliğimiz ve aldığımız madalyalarla dünyaya gövde gösterisi yapacağız.”
Bu cümledeki gizli özne “Biz” aslında iki farklı topluluğu ifade ediyor. Birincisi İstanbul 2020 yazısının yanında, madalya töreninde, istiklal marşı eşliğinde bayrağını görünce, sporla alakası olmadığı halde milliyetçi/ulusal/şovenist (ne denirse artık) bir gururla gözleri dolması muhtemel halk. İkincisi ise içeride o güne kadar verilen ihalelerle sağlanan ekonomik destek ve halkını en basit şekilde, milliyetçi damardan yakalayan, o günün iktidarındaki politikacılar. Onlar gövde gösterisi yapacaklar, belki tüm dünya imrenecek.
Ama aynı gizli özne “Biz”; Ermenistan grubu açılış töreninde yuhalandığında, Fransa basketbol takımının üzerine su şişeleri yağdığında ve pek muhtemel en az madalya alan ev sahibi olunduğunda utanacak, yerin dibine girecek olan halkı içermiyor. Artan vergilerden rahatsız olan, evini kaybeden, vaatlerle kandırılan, senelerce süren inşaatlar yüzünden zaten harap halde olan sosyal hayatı iyice bitmiş mega şehir insanı da o “Biz”in içinde bulunmuyor. Onlar polis kontrolünde yaşıyor, çatılarda keskin nişancılarla gözetleniyor. Sesleri çıkarsa hemen vatan haini deniyor. Çünkü onlar kendilerine bir lütuf, kutsal bir emanet olarak hediye edilmek istenen, hiçbir işlerine yaramayacak Beyaz Fil’i istemiyor.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane