Yağmur yağıyor ve bir köşede dikilmiş, bekliyorsun. Nerede olduğunu anlamaya çalışıyorsun. Tekrar yürümeye başladın. Kaybolduğunu düşüneceğin ana 1 dakika kaldı. Otel nerede? 1 dakika geçti ve kayboldun. Sokaklar her adımda daha tehlikeli gelmeye başlıyor. Daha hızlı yürüyorsun. Tanımadığın bir yere daha çıktın. Fakat burada tanıdık bir şeyler var. Otobüs durağındaki afiş. Yaklaşıyorsun. Evet, bu o, Tom Boonen. Sana karşıdan bakıyor. Bir reklam ve ne olduğunu anlamıyorsun. Tom Boonen olması yeterli. Öyle bakıyor. Az önce sana tehlikeli gelen sokaklarda tanıdık bir hisse kapılıyorsun.
İki sene öncesini hatırladım. 2011 Ronde van Vlaanderen’i. Tour of Flanders’ı. Ya da benim sevdiğim ismiyle De Ronde’yi. Bisikleti neden bu kadar sevdiğimi düşündüğüm anlarda hep aklıma o yarış geliyor. Muhtemelen yıllar sonra biri tanık olduğum en güzel bisiklet yarışını sorarsa yanıtım bu olacak. Televizyon başındaydım ve televizyonun başında beni bu kadar heyecanlandıran bir olay en son meydana geldiğinde Semih Şentürk, Almanya’ya gol atmıştı. Sabri sağdan getirmişti, Semih dokunmuştu. Sonra camdan dışarı bağırmıştık. Ronde’de camı açmadım. Ayaktaydım ve aptal kutusunun önünde zıplıyordum.
Bisikleti neden seviyorsun? Kaybolduğun o gece kendine bu soruyu sormadın. Bazen aklına geliyor. Bu spora neden tutkuyla bağlısın? Neden pedal çevirenlere duyduğun bu bağlılık bitmiyor? Düşünüyorsun. Belki de her şey Fabian Cancellara’nın kaçışıyla açıklanabilir. Belki de hayat, Fabian Cancellara’nın bir anda basıp herkesten öne çıktığı o anlarda sana bir şey söylüyor. Sonra bulacaksın.
İki sene önce o pazar günü Cancellara kaçmıştı ve herkes gibi ben de “Ah, bitti bu yarış da” demiştim. İsviçreli’nin kaçışlarında insanı hem mutlu eden hem de keyfini kaçıran bir şeyler vardı. Mutlu ediyordu çünkü muhteşem bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu biliyorduk. Keyif kaçırıyordu çünkü senenin en heyecanla beklediğimiz iki yarışından birinin daha çekişmeli geçmesini bekliyorduk. Ronde van Vlaanderen, Paris-Roubaix ile aylar öncesinden takvimdeki yerlerini kontrol ettiğimiz, o hafta sonuna dair bütün randevuları iptal ettiğimiz tek günlük yarışlardan biriydi ve bunun böyle sonlanmasını istemiyorduk. İstemiyordum.
Tavsiyeleri, hayata dair büyük lafları sevmezsin. Herkes gibi Steve Jobs’un Stanford konuşmasını izledin. Whole Earth Catalog arşivinde kendine dair bir şeyler aradın. Anlamını kavramadan “Aç kal, budala kal” dedin. O gün bir şeyler yememiştin, akbilin bitmeye yaklaşıyordu ve Jobs’un bunu söylediğini düşünüyordun. Bunu kastediyor olmalıydı. O yoksa Conan O’Brien vardı. Amerikan televizyonlarındaki en prestijli akşam şovunu, sunuculuğunu üstlendiği Tonight Show’u sadece birkaç ay elinde tutabilmişti ve Jay Leno’ya kaptırıyordu. O son konuşmayı herkes gibi sen de unutmamıştın. Gençlere seslenmişti. “Hayatta kimse tam olarak düşlediklerini gerçekleştiremiyor” demişti. “Fakat eğer gerçekten çok çalışırsanız ve nazik olursanız, olağanüstü şeyler başınıza gelebilir.”
Bisikletle hayatı açıklamaya çalıştığın anlar daha önce başına gelmişti. Tarihi 100 yılı aşan bu spor üzerine kafa yoran filozofları, edebiyatçıları, gazetecileri okumuştun ve hepsi sana başka bir şey vermişti. Bisikletçilerin isimlerine takan, adbiliminin bu sporu farklılaştıran şey olduğunu savunan Roland Barthes’ı okurken etkilenmiştin. Gianni Mura’nın Pantani’yi kullandığı kelimelerden ötürü Paul Eluard’a benzettiği röportajını ezberlemiştin. Klişelerin arkasına saklanmayı sevmiştin.
Fabian Cancellara kaçıyordu ve hayata dair aldığım en büyük tavsiyeyi düşünüyordum. Sanırım, garip ama, Big Lebowski’deki kovboy şapkalı abi hâlâ önde geliyordu. Bazen balık seni yer, bazen de sen balığı. Bu kadar basitti. O hikayede ikisi de başa gelmişti. Benim hikayemde farklı olabilir. O gün, 2011 Ronde van Vlaanderen’de ilk Cancellara balığı yemişti. İntikam ağır olacaktı. 50 kilometre kala öne çıktığı ve son 20 kilometrede herkesin “Bitse de gitsek” havasına girdiği o öğleden sonrada kaybeden isim olmuştu. Arka grup atağa geçmişti ve Cancellara’yı yenmeyi başarmıştı. Tepede aradaki zaman farkını gösteren sayaç hiç bu kadar hızlı bir şekilde azalmamıştı. Her metre değişiminde sanki bir saniye azalıyordu. Bir saniye. Bir saniye daha. Arkadakiler geliyordu. Yenilmez denilen adamı, en yenilmez zamanlarında yenmeye geliyorlardı.
Bu “beklenen sürpriz” olarak gelmişti sana. Bisiklete dair aradığın kalıbı bulmuştun. Beklenen sürpriz. Hayattaki her şeyi böyle açıklayabileceğini düşünmüştün. Cancellara’nın o atağı beklenen sürprizdi. O sene ve öncesinde, her Bahar Klasiği yarışında benzerini yapmıştı zaten. Kaçması, herkesten öne çıkması bekleniyordu ve bunu yaptığında şaşırmış gibiydin. Yakalanma ihtimali vardı, beslenmeyi unutan ve son bölümlerde kesilen onlarca büyük bisikletçi seyretmiştin daha önce. Kaçışı başarısızlığa uğrayabilirdi. Fakat yakalandığı o an büyük bir sürpriz olmuştu. Beklenen sürprizlerden. Yaşadığın hayat gibi.
Bu sınava çalışmadım ve aslında çıktığımda nasıl bir his edineceğimi iyi biliyorum. Fakat her şey büyük bir sürprizmiş gibi davranmayı sürdüreceğim. Yaptığım bu kupon tutmayacak, bundan eminim. Yılbaşı çekilişinde büyük ikramiye bana vurmayacak, ona dair de bir şüphem yok. Lâkin vurabilir aslında. Bunlar başıma gelebilir. Herkese uğrayabileceği gibi bana da olabilir. Beklenen sürprizler hepsi. Bazen ben balığı yiyebilirim. Bazen de o…
Ayaktasın. Son kilometreler ve arka grup geldi. Hâlâ inanamıyorsun. Nasıl yetiştiler? Kafanda yeni bir soru var. Şimdi kim alacak? Cancellara son bir atak deniyor. Kaybetmeyi asla kabullenmeyeceğini biliyorsun. Tam da öyle oluyor. Kaybedeceğini anladı ama bunu kabullenmek istemiyor. O atağı yapıp kaybedecek. Chavanel burada. Gilbert burada. Tom Boonen bile burada. Kim kazanacak? Nick Nuyens geliyor, müthiş bir atak yapıyor, son bölüm artık ve zafer! Büyük sürpriz! Nick Nuyens kazandı. Bir klasikçi, bir Belçikalı, buraları çok iyi tanıyan, eskiden beri Ronde’de önlerde yer alan bir isim. Yarış öncesi favori olmayan ama parkurda öne çıkabilecek isimleri sayarken onu da anıyorsun. Büyük bir sürpriz değil. Ama sen buna bisiklet tarihinde karşılaştığın en garip an gibi yaklaşmayı tercih ediyorsun. Her şey bekleniyor, her şey sürpriz.
Spor ve bisiklet üzerine kafa yorduğum anlarda o pazar gününü hatırlıyorum. Takvimin bu en merakla beklediğim spor günü, Bahar Klasikleri’nin kendi adıma en önemlisi, bir gün yerinde izleme hayâlleri kurduğum yarış o gün bana seslenmişti. Uyan, sana bir şey söyleyeceğim. Ne kadar yanıldığımı, bazı şeyleri nasıl önemsemeden geçip gittiğimi bana anlatıyordu sanki. Uyan, biz geldik.
Ronde van Vlaanderen’e 1 gün kaldı. Pazar günü karşımızda olacak. Fabian Cancellara atak yapacak ve şaşırmış gibi yapacaksın. Peter Sagan önde kalmak için her şeyi yapacak, belki de kazanacak ve büyük bir sürprizmiş gibi alkışlayacaksın. Tom Boonen formda olmadığı bir sezonda tarihin en çok Ronde kazanan ismi olmak için pedallayacak ve bütün bu çabada seni hâlâ yerden yükselten bir şeyler olduğunu hissedeceksin. Ufak tepeleri çıkamayan, bisikleti eline alıp yürüyen, toz toprak içinde Flaman coğrafyasını arşınlayan bisikletçileri gördüğünde burada geçip giden yüzyıl aklına düşecek. Savaştan kurtuluşları. Dil mücadeleleri. Ekonomik sınıf atlamaları. Bisikletin onlara verdiği güç. Bu yarışın anlamları. Milli bayramları, kutsal günleri olarak gördükleri bu pazar günü.
Bu bir karşıtlar yarışı. Flamanlar, Valonlara karşı. Bazen yan yana, bazen karşı. Cancellara, Sagan’a karşı. Cancellara, Boonen’e karşı. Sonra hepsi Cancellara’ya karşı. Flaman kültürü, Fransızlara karşı. Mark Twain, “boğaz hastalığı olarak” gördüğü Flamanca’ya karşı. Bekle, bir şeyler olacak. Hep bir şeyler olur. Beklenen sürprizlerle karşı karşıyasın, karşı karşıyayım. Bu her şeyden önce bir üslup meselesi, hayattaki her şey gibi. Ben sene karşı, sen bene karşı.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane