Bu anlatacaklarımın Nevin Yanıt’la hiç alakası yok ve çok alakası var.
David Foster Wallace’dan bahsettiğimiz herhangi bir ortamda “intihar” ve “tenis” kelimelerini kullanmadan edemiyoruz. DFW, yalnız ve dahi çocukluğunda tenise tutkuyla sarılan, ortalama bir yeteneğe sahip olmasına rağmen bu sporun peşinden azimle giden, daha sonra yöneldiği yazarlıkta Amerikan edebiyatının en devrimsel eserlerinden birkaçını veren bir sanatçı. Akıllarda kalan en büyük yapıtları herkesin yanındaki insana okuduğunu, en azından birkaç sayfasını çevirdiğini göstermek için debelendiği devasa romanı “Infinite Jest” ve Roger Federer’i anlattığı ünlü yazısı Federer as Religious Experience...
DFW’nin tenis üzerine kaleme aldığı ve pek fazla ünlü olmayan denemelerinden biri How Tracy Austin Broke My Heart adını taşır. Dokuzuncu sınıfta profesyonel olan, 15 yaşında Wimbledon’da mücadele eden, 16 yaşında US Open’ı kazanan, 17 yaşında kadınlarda dünya bir numarası olan ünlü tenisçinin otobiyografisini çıktığı gün heyecanla satın alan Amerikalı yazar, sayfaları çevirdikçe taşıdığı heyecanın nasıl bir moral bozukluğuna dönüştüğünü nefes kesici bir üslupla anlatır.
Hayal kırıklığının sebebini araştırır kendi içinde. Bu kadar büyük, yetenekli, şanssızlıklar olmasa tarihin gelmiş geçmiş en büyük efsaneleri arasına girebilecek birinin yazdığı satırların tümüyle bir “Star olmaya doğmuş bir insan” güzellemesi olması en başta aklına takılır. Her yerden dökülen yıkama yağlamalardan, klişe ifadelerden rahatsız olur. Austin’in ismi kitap kapağında yer almayan hayalet yazarla birlikte, rakiplerinin, çevresindekilerin, ailesinin, menajerlerin, arkadaşlarının nasıl iyi insanlar olduklarını dilinden düşürmemesine uyuz olur. Başına gelen iyi ve kötü şeyleri nasıl kabullendiğinden, hayata olumlu baktığından bahsetmesine de takılır. Yaşamındaki adanmışlıkla birlikte gelen trajediyi görmeden, göremeden, belki de görmeyi istemeden anılarını yazmasının nasıl bir talihsizlik olduğundan yakınır, kendi kendine..
Rekabete dibine kadar girmiş ve bundan bir başarı çıkarmayı bilmiş büyük bir sporcuyu bizden ayıran en önemli şey ne? Biz, sıradan izleyicilerden farkları ne? Fiziksel üstünlükleri, çalışma azimleri, antrenman tempoları, yetenekleri mi? Evet, hepsi sayılabilir. Fakat belki de asıl önemli olan baskı altında güzel kalabilmeleri. En kritik anda yüzüne baktığınızda her şeyden uzakta, kendi işine konsantre olan ve bunu herkesten daha güzel sahaya yansıtan birini görmemiz. David Foster Wallace’ın da dediği gibi:
“Büyük atletler zorlayıcıdır çünkü her fırsatta yüceltmekten geri durmadığımız rekabet temelli -daha güçlü, daha hızlı- sistemin sarih bir şekilde simgesi olurlar. Kimin en iyi muslukçu olduğunu ya da hangi satış danışmanının daha başarılı olduğunu belirlemek zordur, en iyi serbest atışçıyı, kadın tenis oyuncusunu ya da beyzbolcuyu basit rakamsal verilerle herhangi bir şekilde anlayabildiğimiz zamanlarda. Büyük sporcular rekabetçi kişiliklerini rakamsal veriyle de desteklerler. Artı, çok güzeldirler. Jordan havada bir Chagall çizimi gibi kalır, Sampras’ın vuruş açılarının Öklid’e meydan okuduğu zamanlar olur. Büyük sporcular güç, zarafet, kontrol gibi soyut kavramları somutlaştırmakla kalmaz, televizyonda pazarlanır hale de getirirler….”
İşte aklında eskiden beri bunların karşılığı olan, küçüklüğünden beri yaptıklarıyla onu etkileyen bir tenisçinin hayatını ölesiye merak ederek aldığı kitabın onu böylesine hayal kırıklığına uğratmasının sebebi bu. Kendi ağzından: “Bu kitap rekabetin, başarının getirdiği ölümsüzlüğün çekiciliğini ve spor sahalarında kovalanan sonsuzluğu anlatabilirdi. Bu kitap 17 yaşında nasıl her şeye sahip olup 21 yaşında nasıl kaybedebileceğinizi anlatabilirdi.”
2012 Olimpiyat Oyunları’nın başından beri önümüzden geçen onlarca Türk sporcu oldu. Beklentilerin altında kalan, üstüne çıkanlardan fazlaydı ve çoğu zaman suç, bütünüyle onlarda değildi. Ve zaten konumuz da bu değil. Esas soru şu: Yarışlar öncesi kaçının gözüne baktığınızda orada gerçekten kendine güvenen bir atlet bakışı gördünüz? Kaçında gerçekten o sağlam duruşu ve aynı zamanda o soğukkanlılığı hissettiniz?
100 metre engelliyi 2008 Pekin’de kazanan Dawn Harper, yıllardır vatandaşı Lolo Jones’un gölgesinde kalmaktan şikayetçi. O yıl, herkesin zafer beklediği Jones’un düşerek bunu kaçırmasının nasıl kendi şampiyonluğundan daha fazla hatırlandığını anlamıyor. Aslında kendi suçu değil, sadece biraz düşünürse bazı sporcuların ünlü olmak için yaratıldığını, bazılarının da böyle olmadığını anlar. Başarınız pek de önemli değildir bu anlamda, bazen kaybettiğiniz için de ünlü olursunuz.
2012 Londra’da 100 metre engellinin start çizgisine bakarken aynı şeyi düşündüm. Bir atletin izleyicilere tanıtıldığını gördüğünüz an neye dikkat edersiniz? Yüzüne, ismine, ülkesine ve en iyi derecesine mi? Karşınızda bir yaşam vardır ve hiçbir şey bilmeden ilk kez televizyon karşınıza oturduğunuzda ilk elden önünüze gelen veriler yetersizdir. O anda son şampiyon ya da form durumları çok önemli değildir belki de. Dikkatinizi kim çeker? Lolo Jones mu Dawn Harper mı? Ve bu sadece güzellikle de alakalı değil, öyle işte…
Nevin Yanıt’ı finalde dünya çapındaki yıldızların arasında gördüğünüzde şunu fark ediyorsunuz: O isimler de yanındaki Türk atlete baktığında dünya çapında bir yıldızı, yüzü, duruşu, bakışı ve kendi mesleğini icra ediş biçimiyle ismini akıllara kazıyan birini görüyor. Nevin sadece dereceleriyle, başarılarıyla değil, pist dışında konuşurken de kendini belli eden bir isim. Teklemiyor, utanmıyor, ne düşünüyorsa, ne biliyorsa söylüyor. Kendisini izlememizi tavsiye ediyor. Kendisinden üçüncü tekil şahıs olarak bahsediyor, isim-soyad. Bütün bunlar onu alçakgönüllülükten uzak bir Türk sporcusu yapmıyor, tam tersine farkını belli ediyor.
Milli sporcularımızın Londra’da aldığı arka arkaya başarısız sonuçlar, ortaya çıkan yararlı ve genelde yararsız tartışmalar, normal ve genelde gereğinden sert tepkiler, tüm bu kaos bizi Nevin Yanıt’ı daha çok desteklemeye itmedi. Nevin Yanıt’ın kendisi bunu sağladı. Olimpiyat beşinciliği, Wikipedia sayfanızda o kadar afili durmayabilir, Türk spor tarihinde de kendine en tepede yer bulmayacaktır. Sadece daha önce karşılaşmadığımız bir sporcu ile karşı karşıyayız. Tracy Austin’in o rekabetçi ruhu yansıtmaktan uzak anıları David Foster Wallace’ı, Amerikan medyasının ilgisizliği Dawn Harper’ı hayal kırıklığına uğratmış olabilir. Rekabetçi yapı herkese istediğini vermeyebiliyor. Peki dürüstçe söyleyin, 100 metre engelli finali kaçınızı hayal kırıklığına uğrattı?
Herkes Nevin Yanıt gibi olmak zorunda değil, sadece o böyle ve bu onu farklı yapıyor. Güzel akşamdı.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane