“Bir gün bir kitap okudum ve hayatım değişti.”
Wes Anderson bunu söylemedi. Belki de hiç söylemeyecek. Fakat tahmin etmek zor değil. Bir gün bir kitap okudu, birkaç kitap okudu, birkaç aile gördü, bir ailede büyüdü ve hayatı değişti.
Sadece kitap da değil. Jim Jarmusch’un bir sanatçı için olmazsa olmaz özellik saydığı “radyo alıcısı” olma özelliği Wes’te de var. Ne diyordu Jarmusch? Her şeyden çalın, her şeyden yararlanın, eski bir şarkı, 40’lardan bir konuşma metni, bir Afrika şarkısı, Japon romanı, Fransız şiiri. Radyo alıcısı gibi olun, hepsini bünyenizde toparlayın. Wes de öyle, doğduğundan beri.
Ailelerin sinemacısı Wes Anderson. İki aile var hayatını etkileyen, yaşamını kökünden değiştiren. Bir de büyüdüğü, aslında üç.
Glass Ailesi, çerçeveninin baş köşesi, hiç şüphesiz. J.D. Salinger’ın yarattığı fena halde kurmaca, fena halde dahi, fena halde yabancılaşmış New York üst sınıfı kesiminden karakterler, Wes’in hayal gücünü en başından derinden etkiledi. Yarattığı her erkek çocuğunda Zooey’i, yarattığı her kız çocuğunda ise Franny’i gördü, kitabı elinden düşürdüğü, kalemi eline aldığı ilk günden itibaren…
Bir masa var Glass Ailesi’nde, bir masa var Wes Anderson’da. Hatırlayın, zengin kolej çocuklarının takıldığı, herkesin doğru kızla doğru yerde olduğunu göstermek için, karşısındakini dinlemek yerine bir adım geriye çekilerek etrafı süzdüğü o zengin cafe’de Lane ile otururken ne demişti Franny?
“Rekabetten korktuğum filan yok.
Tam tersine, rekabet edeceğimden korkuyorum.”
The Royal Tenenbaums, Rushmore, Moonrise Kingdom’da perdeye yansıyan karakterlere bir de bu gözle bakın. Hepsi zeki, hepsi birbirinden dahi ama bir yerde yaptıkları işi bırakan o çocuklara. Mesela yıldız bir tenisçiyken bir gün spordan emekli olan karakteri hatırlayın. Bir anda, bir saniyede. Geri dönüş yok.
Siz de en azından bir kere yaşamışsınızdır bunu. Kendinizi bir işi yapabilecek güçte hissederken, sırf o işi yapan insanlardan bıktığınız için, uzaklaşmayı, başka bir yerlere gitmeyi dilemişsinizdir.
Wes Anderson da yaşadı. Teksas Üniversitesi’nde felsefe okumayı seçtiğinde, kararından ötürü çok mutluydu. Okuyacak, düşünecek, yazacak, bunu da insanlarla paylaşacaktı. Hayal kırıklığı, okula girdiği an başladı. Belki sağ ayakla kapıdan girmediği için, belki de felsefeyi daha önce ilgilenmediği ama ilgilenmediği gereken bir şey olarak gördüğü için…
O günleri şöyle hatırlıyor: “Neden bahsettiklerini bilmiyordum, anlamıyordum, bugün hala bilmiyorum.” Düşünce balonlarının çok dolu olduğunu iddia eden, dünyayı değiştirmek istediğini ama kimsenin kendini anlamadığını söyleyen insanların sıralarına doluştuğu her felsefe bölümü gibi, Teksas da ona dar gelmişti muhtemelen.
Sadece bir varsayım. Belki de aşık olduğu kız ona pas vermemişti, bilmiyorum.
Yine de karalar bağlayarak geçirmiyor üniversite hayatını. Okuyor, muhtemelen, epey Salinger okuyor, hoş zaten kaç kitap, kaç kere tekrar tekrar okuyabilirsiniz ki, aslında çok kere, düşündüğünüzden fazla, okuyor işte, okuyor, bir de kısa hikayeler yazıyor, o zaman pek kimsenin ilgilenmediği, muhtelemen bugünkü eserlerine kaynaklık eden, muhtemelen bugün insanlar tarafından alkış tutulan ve yüksek ihtimal çok başarılı olan, en önemlisi de daha sonra defalarca beraber yazacağı Owen Wilson’la tanışmasına kaynaklık eden…
Sadece o değil. Noah Baumbach, Roman Coppola, Jason Schwartzman da ekibe dahil oluyor, daha ziyade çete, Portekiz çetesinden daha farklı, kelimenin tam anlamıyla indie çetesi.
Coppola Ailesi, ikinci sırada geliyor. Carmine Coppola’nın sanatçı genlerinden yeşeren, Amerikan sinemasının gelmiş geçmiş en büyük “L’Enfant Terrible”lerinden Francis Ford Coppola ile göğe yükselen aile ile ilişkileri, Roman ile kankalık, Sofia ile seviyeli bir arkadaşlık, Francis Ford ile hayranlık seviyesinde seyrediyor. Dağılmış aileleri, birbirinden kopuk karakterleri anlattığı filmlerdeki ebeveynleri resmederken aklına onlar geliyor.
Arkadaşlarından, çevresinden, bir şekilde ahbaplık kurduğu, filmlerinde beraber çalıştığı insanlardan övgüyle bahsediyor genç yönetmen: “Hiçbirimiz normal değiliz. Bu daha çok arıza amcalardan kurulu bir aile gibi. Fakat böylesine dost olan insanların birlikte çalışmasından doğan bir elektrik var.”
Anderson Ailesi, Wes’i en başta ve en sonda etkileyen aile. Çocukları henüz sekiz yaşındayken ayrılan ebeveynleri, Wes’in hayatının en kritik hareketine imza atıyorlar. Kardeşleri ve annesi ile yaşamaya başlayan Wes, onlarla birlikte arkeolojik gezilere gidiyor. Richard Brody’nin The New Yorker’da yazdığı gibi, “Eğer macera bulamazlarsa, onu yaratıyorlardı.”
Kalabalık bir ortamda büyüyor, filmlerle, izleyerek ve çekerek. Star Wars’la başladığı sinema serüveni Alfred Hithcock’la sürüyor, daha sonra yedi kıtanın çeşitli yerlerine dağılsa da, film zevkinin merkezi Martin Scorsese kalıyor, daha sonra Wes için, herkesin yeni Scorsese’yi aradığı bir dönemde, Esquire dergisinde yazdığı şaşırtıcı yazıda, bir anda “Yeni Scorsese” diyen Scorsese.
Wes Anderson konuşurken “Biz” dediğinde annesini, babasını, kardeşlerini düşünmüyoruz. Owen Wilson’ı Luke Wilson’ı Jason Schwartzman’ı Sofia Coppola’yı düşünüyoruz. Filmlerindeki karakterleri düşünüyoruz. Arıza amcaları düşünüyoruz. Sevdiği filmleri, yönetmenleri düşünüyoruz. Radyo alıcısı halini ve daha birçok şeyi.
Wes Anderson bu, böyle. Bunaldığı, hayattan sıkıldığı zaman onlara sığınıyor. The Life Aquatic with Steve Zissou’nun hem ticari hem sanatsal başarısızlığı sonrası değişikliğe ihtiyacı olduğunu anladığında Paris’e gitmeye karar vermişti. İlk aradığı Jason oldu.
– Dostum, evinde kalabilir miyim?
– Ne zaman istersen…
Teklifsiz, anlattığına göre çoğu zaman karşılıksız bir ilişki bu. O yüzden “biz” diyor, o yüzden hayatını onlarla geçiriyor. Bir gün Roman ve Jason’la bir şeyler yazmaya karar verdiklerinde, ilk yaptıkları şey Hindistan bileti almak oluyor. Senelerce Satjayit Ray filmlerinde gördükleri ortamı iliklerine kadar hissetmek için. Ve bir de, bir de işte, klasik kendi hayatlarında gittikleri yönü daha iyi anlamak için.
O tatil, The Darjeeling Limited’a dönüşüyor. “Biz” iyi çalışıyor, pardon siz, hatta onlar.
Her şey, tüm bu isimler, tüm bu filmler, tüm bu karakterler Wes Anderson’ın bir parçası. Çocukluktan beri kendini zengin hayal eden, Teksas’ta olmasına rağmen rüyalarında New York sosyetesinin gözde isimlerinden biri olmayı gören, tatillerini Fransız şatolarında zenginler arasında geçirmeyi düşleyen birinin yarattığı bir dünya bu. Bir modern zamanlar Great Gatsby öyküsü.
“İyi bir film nasıl olmalı?” üzerine gördüğüm en iyi tanımı Roger Ebert yapmıştı vaktiyle, ben sonra kaybettim o yazıyı, o ifadeyi, halbuki çok güzeldi, uyabilirdi buraya, şık bir alıntıyla biten yazılardan olabilirdi, olmadı, keşke olsaydı, ama olmadı.
Yine de hatırladığım bir şey var. Uygar Şirin’in vaktiyle Sinema dergisine yazdığı bir yazıdan, iyi filmin formülü üzerine küçük bir bölüm. Sayıyı bulamasam da, hatırlıyorum, epey etkili bir tanım çünkü…
Şöyle diyordu, yönetmenlerin anlaması gereken kritik bir olay var, aslında iki. Seyirci, bir filmden çıktıktan sonra çığlıklar atarak devrim yapmaya gitmez. Fakat yaptığınız film, salona gelip onu izleyen insanları çıkışta daha farklı biri yapabilir. Çok büyük bir değişimden söz etmiyorum, bebek adımları daha ziyade sözkonusu olan.
Tıpkı Moonrise Kingdom gibi, Wes Anderson da beni daha iyi bir insan yapıyor. Franny’nin dediği gibi, “Hayattaki her şey o kadar, minik, anlamsız ve hüzünlü ki” daha iyi bir insan olmaya ihtiyacım var.
Pardon, “biz” diyecektim. İhtiyacımız var.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane