Yolun sonu, bir haberle geldi. Orlando Magic için her şey beklenenden daha basit bitti. Koç Stan Van Gundy ve genel menajer Otis Smith takımdan kovuldu.
İkilinin ayrılığı, malumun ilamından fazlası değil. Sürüp giden özde bitmiş, sözde zoraki uzatılan bir ilişkiden başka bir şey değildi zaten. Dwight Howard, sezon ortasında Stan’in kovulmasını istediğinde zaten biletleri kesilmişti. Gerisi boşa geçen aylar, başa gelen ağrılar, çileli bekleyişler…
Yine de bazı şeyler acıtıyor. Bir NBA izleyicisi, daha da fazlası 2009’daki Orlando Magic’e şahitlik etmiş biri olarak Stan Van Gundy’nin kısa bir telefon görüşmesi sonrası kovulduğunu öğrenmek, acıtıyor. Daha kibar yolu yok muydu? Belli ki yoktu. Daha ince bir şekilde olamaz mıydı? Belli ki olamazdı. İhtiyarlara yer var ama inceliklere pek yer yok artık. Bununla yaşamaya alışmak zorundayız.
Peki bu NBA’in son 10 yılda gördüğü en güzel takımlardan birinin resmen dağılışı anlamına mı geliyor?
Arada Kalanlar
X Haziran 2009. Kendi adıma kritik bir gün. ÖSS’ye çok az kalmış, belki yarın, belki yarından da yakın. Daha da önemlisi NBA Finalleri’nin ikinci maçı gelip çatmış. Orlando Magic, Los Angeles Lakers karşısında ilk maçtaki hezimetin rövanşını almak istiyor. Annemin “Oğlum yapma, etme” şeklindeki nidaları sonrası gece kalkmaktan vazgeçmişim. Ertesi akşam verilecek tekrarın peşindeyim. Ertesi akşam, o gün. ÖSS stresine daha fazla yaklaştığımız gün.
Liseden arkadaşlarım, evimin yakınlarındaki -aslında çok da yakın değil- okullarda sınava girecekleri için benden rehberlik istemiş. “Hay hay” diyorum…
Arkadaşlarım, iki kişi. “İki arkadaş” olarak geçecekler yazının kalan mürekkeplerinde. Bir erkek, bir kız. Erkek, kıza aşık. Ama kız bunu bilmiyor. Kız, erkeğe aşık değil. Ama erkek bunu bilmiyor. Ben de bilmiyorum. Ben üçüncüyüm. Onlara eşlik ediyor, elektriğin azalıp arttığı noktalarda devreye giriyorum. Niye elektriğin azalıp arttığını anlamayacak kadar da safım. Yakacık’tayız. Okullara gezme tozma işlemimiz bittikten sonra -her zamanki gibi- dahiyane bir fikirle geliyorum:
“Recaizade Mahmud Ekrem’in mezarına gidelim mi?”
Edebiyat dersinde duymuştum, Recaizade’nin mezarının Yakacık Mezarlığı’nda olduğunu. Tam emin değildim, yarım ağız dinlemiştim. Lise son hayatım, Amerikan Edebiyatı sunumunda yeni nesil edebiyatçılar arasında Paul Auster, Don DeDillo gibi isimlerin yanında Jenna Jameson’ı saydığım gün zirveye ulaşmıştı zaten. Bu bilgi de işe yarayabilirdi. Yaramalıydı. İki arkadaşı ikna etmiştim.
Bulamadık. Mezarlıkta yaptığımız uzun, detaylı, sakarlıklarla dolu arama sonrasında yıldık. Saat geçmişti. Herkesin aklında yapılacaklar vardı. Artık test çözme rafa kalksa da gelecek günlerin ağırlığı üzerimizdeydi. Bir de NBA Finali. Kafayı takmış, sabahtan beri sonucu öğrenmemek adına her şeyi yapmıştım. İletişim kanallarıyla ilişkimi kesmek, ilk adımdı. İletişim kanallarıyla haşır neşir arkadaşlarım ile ilişkiyi kesmek, ikinciydi.
Tren istasyonunda beklerken banliyönün hızlı olmasını hiç bu kadar istememiştim. Arkadaşlarımın esprilerine gülüp, muhabbetin gerilimden uzak bir limanda demirlemesine dikkat ederken aklım NTV’nin finali tekrar vereceği saatteydi. Yetişebilecek miydim? Zamana karşı yarışıyordum. Banliyö, bir an önce gelmeliydi. Geldi de. Eve koşuşum, kapıdan hışımla girişim bugün bile aklımda.
Gerisi de aklımda. Bölük pörçük. Bazı bazı. Hayal meyal. İkileme ikileme. Bir sorum var, birkaç aslında..
Hafızanın Kendi Kendine Oynadığı Oyunlar
Hiç düşündünüz mü? Saatlerce NBA maçı izliyor, yazıları okuyor, medyayı takip ediyor, programları seyrediyor, yorumları dinliyorsunuz. Peki bütün bunlardan geriye kalan ne?
Orlando Magic-Los Angeles Lakers serisinin ilk maçından hatırladığım bazı anlar var. İlk periyota Hidayet Türkoğlu’nun çok iyi başladığını hatırlıyorum. Arka arkaya basketlerle Orlando’yu oyunda tuttuğunu hatırlıyorum. İlk çeyrekten itibaren Lakers’ın ipleri eline aldığını ve rakibine gözdağı verircesine rahat bir galibiyete gittiğini hatırlıyorum. Kim, kaç sayı attı? Unuttum. Kim yıldızlaştı? Kalmamış hatırımda. Herhangi bir istatistik ya da video sitesine bakıp anımsayabilirim. Fakat şimdilik gerek yok. Bu maç için, buna gerek yok.
Tren gelmişti, evet. Doğru zamanda. Kafamda ilk maçın görüntüleriyle koşmuştum kapıya, kapıdan da içeri. İkinci maç, kazanmak ya da kaybetmenin ötesinde bir anlam ihtiva ediyordu. İkinci maç, Magic’in kendine saygısı açısından önemliydi. Finale harika gelmişlerdi. Kadroları geniş ve derindi. Daha da önemlisi, kazanırken bunu belli bir stille yapmayı öğrenmişlerdi. Her zaman pas ver, hızlı ol, boş adamı bul, şutu kullan. Pozisyon bulamadın mı? O zaman Howard’ı bul. Rakipler iyi mi savunuyor? O zaman topu Hido’ya ver. Yine mi olmadı? O zaman molada Stan Van Gundy’den uzak bir yere oturmaya çalış.
Orlando Magic için favoriler Cleveland Cavaliers ve Boston Celtics karşısında arka arkaya kazanılan seriler özgüvenin tavan yapmasına neden olmuştu. Şampiyonluğa uzun yıllar sonra tekrar yaklaşmışlardı. Rakip elbette çok daha güçlüydü. Lakers her zaman, biraz, bir şekilde güçlüdür zaten.
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bazı şeyler var, ikinci maçtan hatırladığım bazı şeyler de. Aslında hiçbiriniz unutmadınız, hep aklınızdaydı o görüntü. Son top. Kobe Bryant içeri giriyor. Hidayet karşısında. Sol çapraza gidiyor Kobe, şuta kalkıyor. Girecek mi? Bir saniye, orada şuta izin vermeyen birileri var. Kobe’nin yanından süzülmesine izin veren Hido, şutun süzülmesi noktasında aynı fikirde değil. Jeneriklik bir blok yapıyor. Top Magic’te…
Orlando’nun ayağına fırsat gelmiş durumda. Süre az, durum berabere. Bir basket, Staples Center’da 2001 NBA Finalleri’nde Allen Iverson’ın neredeyse tek başına aldığı ilk maçtan beri yaşanan en şok edici mağlubiyetlerden birini müjdeler. Herkes tedirgin, Magic oyuncuları dışında. Van Gundy’den emri alan takım sahaya hırslı ama bir yandan aheste adımlarla geliyor. Hido, her zamanki gibi gülümsüyor. Topu oyuna sokacak, takımının kaderini belirleyecek pası verecek olan o. Gülüyor. Rahat. Kötü anlamda değil, iyi anlamda rahat.
Van Gundy harika bir oyun çizmiş, her zaman olduğu gibi. Hido, pota altına gizlice süzülen Courtney Lee’ye doğru nefis bir lob pas atıyor. Lee’nin yapması gereken, normal zamanda rahatlıkla tamamlayabileceği bir pozisyonu spot ışıkları altında, Staples Center’da, kulüp tarihinin en kritik anlarından birinde, her şey, belki de tüm sezonun, tüm takımın kaderi ona bağlıyken bitirmek. Pas nefis, tam kararında. Saniye azalıyor, zaman hepimize karşı.
Top Lee’nin parmaklarına geliyor. İnce bir dokunuş. Dünya üzerindeki birçok insanın “Basket” diye ayağa fırladığına eminim. Florida’nın yarısının “Kazandık” diye düşündüğüne eminim. Courtney Lee’nin “Kahraman oldum” diye kafasında işi bitirdiğine eminim. Kobe Bryant’ın Orlando’daki maçları düşünmeye başladığına eminim. Hido’nun “Maçı getiren pası attım” dediğine de eminim. Çünkü o top, girecek gibiydi. Ne eksik ne fazla, öyleydi. Bazıları için 1-1 olmuştu bile…
Olmadı, ne yazık ki! Girmeyen top, herkesin yorgunluktan tanınmaz halde olduğu uzatmaları getirdi. Uzatmalar, Lakers’a 2-0’ı getirdi. 2-0, Magic’in peri masalının Staples Center’da geçerli olmadığını öğretti.
Ne garip, seride daha sonra defalarca kırılma anı yaşandı. Üçüncü maçı evinde rahat bir şekilde kazanan Orlando Magic, dördüncü maçta dramatik bir şekilde zaferi kaçırdı. Bugün etrafında şampiyon kalibrede takım kurulmadığı için ağlayan Dwight Howard o gün en kritik serbest atışlardan yararlanamıyordu. Lakers’ta Derek Fisher sahneye çıkıyor, serinin kaderini çizen sayıyı buluyordu. Eldeki maç, garip birkaç dakika sonrası gidiyordu.
Nüansla Ufak Farkın Aynı Anlama Gelmediği Anlar
Tarih sadece şampiyonları mı yazar? Sanmıyorum. Benim kitabımda değil, en azından. Rick Adelman’ın Sacramento Kings’i, Mike D’Antoni’nin Phoenix Suns’ı sadece yakın tarihe baktığınızda bile karşınıza çıkabilecek harika örnekler. NBA’in, basketbolun seyrini değiştiren oyun planları, taktikleri, kadroları ile ligi daha seyre değer hale getiren isimlerin yer almadığı sayfalar, her zaman biraz gerçeklikten uzaktır. Gerçeklik, sadece yüzük ve kazanan yüzler, sağlıklı gülüşler değildir.
Hücum etmenin incelikleri üzerine arka arkaya dersler alan sıradan basketbol tutkunları, onlara minnettar. Kadere de isyankar…
Sacramento Kings en azından bir şampiyonluk almalıydı. Bibby, Webber, Divac, Stojakovic, Christie Hido, Jackson ve diğerleri bunu hak etmişti. Yollarına taş koyan birden fazla kez Los Angeles Lakers oldu. Bazen şansları yaver gitmedi, bazen sakatlıklar peşlerini bırakmadı, bazen de başka şeyler onları yüzükten alıkoydu. Bugün onları yüzlerde tebessümle ve Robert Horry’nin üçlüğü sonrası saha içinde çökmeleriyle hatırlıyoruz.
Phoenix Suns en azından bir şampiyonluk almalıydı. Mike D’Antoni’nin yarattığı sistem Steve Nash’in omuzlarında müthiş değerlenmiş, Amare Stoudamire ve tüm kadroyla birlikte herkesin başını döndüren bir oyun oynamalarına sebebiyet vermişti. Sebebiyet, iyi anlamda sebebiyet, bir anlamda memnuniyet. Olmadı, yollarına Los Angeles Lakers ve birkaç başka iyi/kötü adam taş koydu. Sakatlıklar, şanssızlıklar peşlerini bırakmadı. Bugün onları Steve Nash’in kanayan burnu ile hatırlıyoruz.
Orlando Magic en azından bir şampiyonluk almalıydı. Son saniye basketi de atan LeBron James’i barındıran Cleveland Cavaliers’ı neredeyse her maçta domine eden, rüya planıyla sakatlıklara ve yaşa bağlı problemlere karşı savaşan Boston Celtics’i parçalayan takım, tüm NBA’e mesaj veriyordu. Yollarına taş koyan, “Kim-olduğunu-bilirsin-sen” oldu. Hayır, Lord Voldemort’tan bahsetmiyorum.
Bugün Orlando Magic’i Boston Celtics karşısında deplasmandaki yedinci maçta coşan Hidayet Türkoğlu ile hatırlıyoruz. Bugün Hidayet Türkoğlu’nu da “Boston Celtics’i yedinci maçın son periyodunda ateşli taraftarı önünde parkeye gömen oyuncu” olarak hatırlıyoruz. Bir de Türk basketbol tarihinin en iyisi olarak…
Hatırlamak, artık Orlando Magic’in 2000’leri için tozlu raflardan çıkarılması gereken kelime. Eskiden “Gelecek uzun sürer” şiarı geçerliydi onlar için, artık “Geçmiş, hoş bir seda” şeklinde zihinleri işgal edecekler. Acı ama gerçek…
09 Orlando bir daha geri gelmedi, gelmeyecek de…
Courtney Lee eğer o topu soksa bunlar yaşanır mıydı? Bilmiyorum, belki de her şey farklı seyrederdi. Bilmiyorum, belki de değişen bir şey olmazdı. Yine de telefon konuşması…
Herkes hata yapar. Stan Van Gundy ve Otis Smith de yaptı. Ne olursa olsun, Orlando Magic bundan sonra nereye giderse gitsin, bu adamlar kuru bir teşekkürden, akıbeti belli kısa bir telefon konuşmasından daha fazlasını hak ediyor.
Düşününce ben de Recaizade Mahmud Ekrem’in mezarını ziyaret ettiğim arkadaşlarımdan biriyle artık görüşmüyorum. Ve bunun nedenini telefonla söyleyecek cesaretim bile yok. Kendime bile itiraf edemiyorum. Hayat çok garip.
09 Orlando takımı hala bir yerlerde üçlük sokuyor. Stan Van Gundy, hala bir yerlerde oyuncularına bağırıyor. Arkadaşım, hala bir yerlerde o kızı düşünüyor. Recaizade Mahmud Ekrem’in mezarı hala bir yerlerde ziyaret edilmeyi bekliyor.
Her şeyi bir araya getiren kısa bir telefon görüşmesinden fazlası değildi. Keşke olsaydı…
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane