“Lance Armstrong doping yapmış.”
İlk kez bunu duyduğumda neredeydim, bilmiyorum. Erdek ya da Ayvalık olabilir, tek bildiğim insanların akşam çıkıp yürüdüğü, aile büyüklerinin sahil kenarındaki gezilerde bir kere de olsa “Aslında Eylül gibi gelmek lâzım buralara” klişesini dillendirdiği bir tatil kasabası olmalı.
Denizden yeni çıkmıştım, üzerimden damlayan sularla Umut Sarıkaya karakterlerine selam çakıyordum. Fransa’dan tatil için gelen amcam yanında taşıdığı gazeteleri hatmetmekle meşguldü. L’Equipe’in ana sayfasındaki kocaman Lance haberinin detaylarını paylaşıyordu, büyük bir keyifle. Ellerim ayaklarım titremeye başlamıştı, hemen gazeteye küfür ettim, ters bir şey söylemeden uzaklara gittim.
Joe DiMaggio’yu 1940’larda izleyen Amerikalılar’a sorabilirsiniz, “Yaşamdan da büyük” ne demektir diye, anlatırlar. Yine de Türkçe sormayın, mot-a-mot çeviri bazen işlemez. Ya da Gay Talese’nin Temmuz 1966’da Esquire için kaleme aldığı “The Silent Season of a Hero” yazısını okuyabilirsiniz, bir ülkenin, tek bir adama yüklediği anlamları görmek için. Simon and Garfunkel’ın “Mrs. Robinson” şarkısı arkada çalarken:
“Where have you gone Joe DiMaggio,
A nation turns its lonely eyes to you”
Simge. Hayat hikayesi. Kalem. Kitap. Umut. Bileklik. Bisiklet. Düşman. Dopingçi. Yalancı. Lance Armstrong, 1999’dan beri milyonlarca insanın hayatına dokundu, milyonlarca insanı farklı hislere sürükledi. Aşk ya da nefret. Sev ya da terk et. Herkes kafasında bir “The Boss” portresi oluşturdu. Bu da benim virgülüm, hiç sonlanmayacak bir tartışmanın ortasına, noktadan uzaklara koyulması gereken.
Lance Armstrong benim için…
1. Avrupa
Ahmet Haşim’in gemilerle seyahat ederken gördüğü yolcuların kıyafetlerine bile denemelerinde yer verdiği, Tunç Okan’ın üzerine üç film çektiği, Fatih Özgüven’in koca bir öykü kitabı kaleme aldığı, üniversite öğrencilerinin kantin köşelerinde “Aslında bu yaz Interrail yapmak lâzım” sohbetleriyle ömür tükettiği bir yer Avrupa. Murat Belge’nin nefis ifadesiyle yaklaştıkça uzaklaşan, uzaklaştıkça yaklaşan, hemen herkesin aklını fikrini hayatının bir döneminde etkileyen…
1999’dan 2005’e milyonlarca insan için Avrupa’yı bir Amerikalı tanımlıyordu. Kışları görüşmez, ne yaptığını, kiminle takıldığını bilmezdiniz. Emin olduğunuz tek şey, yazın geri geleceğiydi. Haziran’da ilk kez dişlerini gösterir, Temmuz’da ise manşetleri işgal ederdi. Sonra kapıyı çarpıp giderdi. Bu kadar. “Seneye görüşürüz” sadece kötü bir yıl sonu lise esprisi değil, bisiklet fenomeni olmuştu artık.
2. Aile
Tanıdık bir hikâyedir, Avrupa’ya uzun zaman önce göçmüş bir akrabanız varsa benzerini yaşamışsınızdır. Türkiye’ye dönüş öncesi telefonda yapılan son konuşma şu havada geçer:
– İnan, ne istersin, ne getireyim?
– Hiçbir şeye gerek amca, sağol…
– Aa olur mu? Sana Belçika’dan meşhur çikolata alayım, zaten Brüksel’den geleceğiz.
– Tamamdır…
Akabinde ne olur, tahmin edin? Son ana kadar akılda olan “Çikolata” hep unutulur, havaalanında alınan kutularca Toblerone ve bilumum Avrupa manzaralı kutularda başka markalar “Tehlike anında camı kırınız” vazifesi görür. Yanına spor dergileri, gazeteler ve elbette L’Equipe eklenir, gönül alınır.
O dilini anlamadığınız gazetede sarı mayo giymiş Amerikalı’nın fotoğrafı üzerine yazılan “Sur une autre planete” başlığını görüp merak ederseniz. Gelen yanıt, neden bu adamı takip etmeniz gerektiğini anlatırken o yabancı dili öğrenmek için de dünyanın en büyük kamçısı görevini görür.
3. Mahalle maçları
Spor hastası herkes gibi Eurosport’la ilk tanışmamı hafızamın en kilit noktalarına yerleştirdim, unutamıyorum. Zengin ama çok zengin bir tanıdığımızın evindeki bayram ziyareti sırasında, oyalanmam için yapılan “Hadi sen git televizyon izle” çağrısıyla başladı ilk tanışıklık. Gerisi büyülü gözler, türlü çeşitli sporlar, su gibi akan 3 saat. Martin Scorsese tarzı kendi ilham kaynaklarını filme dökmekte ustalaşan biri bu anı peliküle yazabilir, ismi de hazır: “Nasıl yabancılaştım?”
İlk tanışıklığın gerisi çabuk geldi, Lance Armstrong yolun başındaydı, o Fransa’yı fethini sürdürürken benim gibi işin yenileri de yolları öğreniyor, çıraklık diplomasını kovalıyordu. Arkadaşlarımın tüm “Hadi gel top oynayalım” çağrıları “Şimdi değil” yanıtını alıyor, mahalle maçları etap bitimlerine konuluyordu.
Kilometrelerce ışık yılı uzakta, 10 tane çocuğun oynayacağı maçı bile ayarlıyordu Lance Armstrong. “Yaşamdan da büyük” lafının yanına şunu da yazalım, “Mahalle maçlarından da büyük.”
4. Luz Ardiden
“Bekleyelim.”
2003 Fransa Bisiklet Turu’nun 17. etabında Tyler Hamilton ve Jan Ullrich bu kararı verdiğinde televizyon başında, ayaktaydım. Gözlerime inanamamıştım, daha önce herhangi bir spor dalında görmediğim bir mizansenle karşı karşıya gelmiştim. O zamanlar “mizansen” kelimesinin anlamını da bilmiyordum, hâlâ da doğru kullandığımdan emin değilim. Fakat gördüklerimden eminim.
Lance Armstrong kenarda etabı izleyen bir çocuğun yanlışlıkla müdahalesi sonrası yere düşmüş, Iban Mayo’yu da kendisiyle beraber düşürmüştü. İlk elden durumunun ciddiyetini anlamayan bizler, ayağa kalkmasıyla derin nefes alıyorduk.
Genel klasmanda Lance’le çekişen ve yıllardır hep Amerikalı rakibinin gerisinde kalan Jan Ullrich ise sapasağlamdı. Bir atak yapsa liderliği alması mümkündü fakat beklemeyi seçti. Tedirgindi önce, üzerinde yılların, ülkenin, yaşının ve ne zaman bir daha Fransa Bisiklet Turu’nu kazanacağını merak edenlerin baskısı. Lâkin o büyük kararı verdi ve bekledi. Tyler Hamilton, tüm gruba emri veren isim oluyor, yazısız anlaşma onun el hareketiyle tarih arşivlerinde yerini alıyordu.
Perdenin burada ineceğini, 2003 Luz Ardiden’in spor tarihine centilmenlik, sportmenlik, insanlık açısından geçeceğini düşünüyorsunuz değil mi? Bekleyin, Lance’i ve onun cebindeki kelimeleri hesaba katmadınız.
Düşen, kalkıp öndekilere yetişmeye çalışırken bir de zincir problemiyle sarsılan Patron, Mayo ile birlikte tırmanışını sürdürdü. Biraz sonra rakiplerine yetişmiş, onlarla aynı hizaya gelmişti. Yetinmedi, sağını solunu bir süre kolladıktan sonra müthiş bir ivmeyle atağa kalktı, zirveyi/zirveye çıktı.
Bir hatırlatma: Kulislerde Lance’in hayatının film yapılacağı konuşulur hep, başrol için Matt Damon ismi düşünülür tren hafiften kaçmaya başlasa da.
Bir öneri: Hollywood senaristlerinin eline bakmam istemiyorum, şu “Luz Ardiden” görüntülerini alın, binlerce dansöz, yüzlerce “Fiction”dan daha iyi…
5. Madrid’deki kız
Bir zamanlar Türkiye’de de oldukça modaydı, sarı bileklik. Yine de bilmeyenler tarafından gelen garip sorular eğlencelidir: “Fenerbahçeli misin?” çizginin orta noktasıdır, “Rockçı mısın?” üst.
2010 NBA Finalleri’nin en kritik zamanıydı, Interrail’ın şanslı bir ayağında Madrid’deyim. O sırada kilometrelerce uzakta Boston Celtics ile Los Angeles Lakers birbirlerini yemekle meşgul. Kaçan altıncı maç sonrası ve yedinci maç öncesi heyecan dorukta. Herkesin final heyecanının yanında bir de benim “Nerede izleyebilirim?” telaşım var. Otel resepsiyonundaki görevliye güvenip Puerta Del Sol’daki Irish Bar’a gitmekten başka çarem yok.
Serhat Ulueren her ne kadar geçen yıl “Guti Madrid’den gelmiş bir adam, İstanbul gece hayatı şaşırtmıştır onu” dese de Madrid, geceleri oldukça tehlikeli bir kent. Arkadaşlarımı otelde bırakıp, kimsenin önümü kesmemesini dileyerek ara sokaklara daldım. Zorlu bir süreç sonrası, büyük ölçüde de şans eseri Irish Bar’ı buldum.
Fakat o da ne? İspanyollar, her şeyi olduğu gibi Irish Bar’ı da kendilerince uyarlamışlar, ortam biraz enteresan. Yüksek sesle çalan bir techno müzik, sigara dumanı, karşıda tepede açık bir televizyon, NBA finalleri ve onu izleyen onlarca Pau Gasol formalı adam. Hepsi Memphis Grizzlies zamanından kalmaydı, ekonomik krizin İspanya’daki etkilerini o an keşfettim. Yerimi yadırgamayı bırakıp, maçı izlemeye koyuldum.
Derken bir kız yaklaştı yanıma:
– Lance Armstrong bilekliği ha?
– Evet.
Muhabbet ilerledikçe ve “I Hate Pau Gasol” noktasında birleştikçe maçı bıraktım, New Orleans’lı Diane’e Katrina konusundaki hassasiyetimi gösteren cümleler kurmaya çalışırken buldum kendimi. Olan oldu, zaten pek anlamadığı maçtan sıkıldı. Derin aksanlı dostlarıyla birlikte, geceye başka yerde devam edeceklerini ve gelmek isteyip istemediğimi sordu. Kısa bir havaya bakıp “Hayır” dedim, dördüncü periyottaydık ve basketbol tarihi yazılırken tercihimi kalıp izlemekten yana kullandım. Şimdi gider miyim? Hayır, ama daha fazla düşünebilirdim.
Fakat Pau, seni asla affetmeyeceğim.
Bazı şeyleri kabullenmek zor, biliyorum.
“Bazı şeyleri kabullenmek zor, biliyorum” listemin başlarında gelen isimlerden biri Hıncal Uluç. Bana ve Türkiye’ye Fransa Bisiklet Turu’nu sevdiren adamlardan biri olması hep garip geliyor. Fakat bir gerçek var ve buna saygı duymak zorundayız. Lance Armstrong’un ülkemizde popüler olmaya başladığı ve “Yaşama Çevrilen Pedal” kitabının çevrildiği günlerde bir yazı yazmıştı, kanser, Lance ve kitap üzerine. Aslında çok yazısı var o dönemde Lance ve yarışla ilgili lâkin bu en çok aklımda kalanı. Benzer bir hikâye başından geçtiğinden kaleme alması güç olmamıştı belki de. Şunu hatırlıyorum. Okuduğum an en yakın kitapçıya koştum ve kitabı aldım. Gerisi her satırıyla beni, hayat yörüngemi, aklımı, fikrimi dağıtan bir otobiyografi. Bir de gazeteden kesilen bir Uluç küpürü…
O günden sonra hakkında yüzlerce kitap yazılan, binlerce sayfa kağıda dökülen, milyonlarca iddianın muhatabı olan adam hakkındaki en güzel kitabın kendi kaleminden çıkması garip. Michael Jordan’ın asla böyle bir şansı olmadı, Joe DiMaggio’nun da, Ali’nin de…
Son bir not: Hıncal Uluç’la hemen hemen tüm bisiklet yazılarında Charly Gaul’den bahsettiği için dalga geçmeyin, ben geçiyorum, sonra kendime yakıştıramıyorum. Bazen tarih iyidir.
7. Boş fotoğraf
Hayatta pek çok şeye geri dönüp değiştirmek istersiniz, pek çok anı geri sarmayı, pek çok sözü söylememiş olmayı dilersiniz. Ama bazen de kusursuz bir ana şahitlik ettiğinizi anlarsınız, başınızdan geçtikten kısa ya da uzun zaman sonra bakıp o anki duygularınızı tümüyle hatırlarsınız. Bunlardan en önemlisini belki de Rotterdam’da Tour de France prolog etabında yakaladığımı hissederim hep, kusursuz, olması gerektiği gibi…
Hayatta kaç kere Lance Armstrong’u canlı canlı izleme şansınız olur? Çok değil, ben bir kere yakaladım, berbat etmek istemedim. Interrail’ın yapılış amacını neredeyse üstüne kurduğum etabın her anını dolu dolu yaşadım fakat zirve içinde Lance’in olduğu anla birlikte geldi.
Zamana karşı etabıydı, ağır abilerin meydana çıkacağı son bölüm gelip çatmıştı. Büyük ana az kalmıştı. Sonunda Lance Armstrong, çıkış yerinde göründüğünde bağırmaya başladım, herkes gibi. Durduğum yerin karşısındaki dev ekrandan gördüğüm an kalbimi durduran adam, birkaç dakika sonra önümden geçecekti. O an “Fotoğraf çeksem mi, çekmesem mi?” ikilemine düştüm. Çözüm basitti, gözüm yarışta ve Lance’te olacak, havaya kaldırdığım fotoğraf makinesinden rastgele bir poz çekecektim. İşte o poz…
Yerden yükseldiğimi, üçüncü boyuta geçtiğimi, dünyanın en mutlu adamı olduğumu düşündüğüm o dakikaların heyecanı geçip gittikten sonra fotoğrafları incelediğimde canım sıkılmıştı. Lance’i gördüğüm andan kalan en önemli görselerin sadece Kim Ki-duk’un değer verip, üzerine film çekeceği boş fotoğraflar olması biraz canımı sıkmıştı. Hem bu şapkalı adam da kimdi? Muhtemelen Lüksemburglu herif.
Şimdi öyle gelmiyor, özellikle son doping soruşturması sırasındaki tartışmaları okurken hep bunu hissettim. Benim için Lance’i en iyi anlatan şey bu, boş bir fotoğraf. Ara sıra açıp baktığım, içine o anda hayatımda ner varsa doldurduğum bir an…
Size söylemiştim, istediğinize inanabilirsiniz. Herkesin noktası, virgülü, bakışı kendisine. İsterseniz Frankie/Betsy Andreu, Paul Kimmage, Floyd Landis, Greg LeMond, Stephen Swart, Emma O’Reilly, amcamlar, kuzenlerim gibi isimlerin iddialarına, L’Equipe gibi asırlık bir kurumun yazdıklarına inanabilirsiniz. İddiaları enine boyuna inceleyebilir, bu büyük hikâyenin kara bir leke mi mucizevi bir eser mi olduğuna kanaat getirebilirsiniz.
Tek bir şey var. Sakın bana bunu anlatmayın, asla “Lance Armstrong doping yapmış” demeyin.
Ben bu yazıyı fotoğrafa, bu fotoğrafa yazıyı sığdırmaya uğraşıyor olacağım.
8 şubat 2012 - 19 aralık 2022, yazıhane